Sunday, March 16, 2014

Once Upon a Time - NASIL İZLEMEZSİNİZ YA

Şu an 3. sezonunda olan ve bana yeni bölümlerini saatleri sayarak beklettiren bir dizi OUAT. Benim dizilerden en büyük beklentim beni bulunduğum yerden alıp götürebilmesi, Tuğba olmayı unutayım izlerken. Ve bu istediğimi en güzel başaran dizi de OUAT.
Diziyi izleyen az kişi olduğunu fark edince hemen mümkün olduğunca spoilersız tanıtıcı bir yazı yazmalıyım dedim, bu yazıyla 1 kişiye bile başlatabilirsem çok sevinirim ya.
Hadi şimdi diziyi bilmeyenlerle birlikte diziyi tanıyıp bilenlerle de üzerinden geçelim ha, ne dersiniz?
Bu noktada gelecek bir cevap beklemek gerçek dışı olacağından evet hadi dediğinizi varsayıyorum yoksa sayfayı kapatıp gitmemi mi tercih edersiniz?
Hayır etmezsiniz. Di mi?
Evet.

Once Upon a Time nedir, ne değildir, ne anlatır, ne kazandırır?



Hikayeden kısaca bahsetmek gerekirse -ki bence gerekmez, uzun uzun anlatıcam asdkf- dizi, bildiğimiz masal kahramanlarının kötü cadı tarafından lanetlenip bizim evrenimize hapsolmaları ve kim olduklarını hatırlamamaları ile başlıyor. Kötü cadı dediğim Pamuk Prenses masalındaki Evil Queen. Dizimizin başlarındaki asıl amaç bu laneti kırmak ve eve geri dönmek. Ancak herkes kim olduğunu unutmuşken bu nasıl mümkün olabilir? Şöyle:
Pamuk Prensesimiz ve Yakışıklı Prensimiz mutlu sonlarına kavuştuktan sonra masal bitse de, biz göremesek de onlar yaşamlarına devam ediyor. Güzeller güzeli bir kızları oluyor, Emma. Ve lanet onları vurmadan saniyeler önce Emma'yı kurtarmayı başarıyorlar. Emma kim olduğunu bilmeden bizim dünyamızda özgürce yaşıyor. Bir öksüz olarak tabi ki. Sonra talihsiz ve ucu çok başka yerlere çıakcak olan bir ilişkinin ardından onun da bir oğlu oluyor ama Emma tek başına büyütemeyeceğini düşünerek evlatlık veriyor. Eh, onu evlatlık alan da kötü cadımız Regina'dan başkası değil. Henry Storybrook kasabasında tüm o masal kahramanlarının içinde büyüyor ve bir şekilde eline geçen masal kitabının da yardımıyla herkesin masal kahramanı olduğunu çözüyor. Kasabada tüm gerçekleri bilen iki kişiden biri ve aynı zamanda annesi olan Regina oğluna inanmıyormuş gibi yapıyor. Kasabanın geri kalanı zaten inanmıyor. Biri sizi durdurup "Hey, biliyor musun sen aslında Kırmızı Başlıklı Kız'sın ama bi' lanetle buraya sıkıştın, hiçbir şey hatırlamıyorsun." dese inanır mıydınız? (Ben inanırdım :/ ) Ardından Henry kaçıp gerçek annesini yani laneti kırabilecek tek kişi olan "Savior" Emma'yı bulmaya gidiyor. Emma oğlunu karşısında görünce şok oluyor tabi. Ancak hikayesine o da inanmıyor. Dizi hakkında sevmeyeceğiniz tek bir şey olacaksa bu da Emma'nın inkar sürecidir herhalde. Neyse. Sonuçta Emma ve oğlu Henry kendilerini tekrar Storybrook'ta buluyorlar. Emma oğlunun yakınlarında olmak istiyor. Hem bu neden hem de Emma'nın lanet için yarattığı tehlike ilk saniyeden Regina'yla Emma'yı düşman yapıyor. Veee olaylar gelişiyor.



OUAT masalları ele alışı ile gönlümü fethetti. Her bölüm farklı karakterlerin lanetten önceki hayatlarına flashbacklerle bakıyoruz. Öyle güzel özüne bağlı kalarak yorumlamışlar ki karakterleri hayran olmamak elde değil.----azıcık spoiler yemekten korkmam diyorsan oku---- Mesela Rumplestiltskin aynı zamanda Güzel ve Çirkinin canavarıymış ve hatta aynı zamande Peter Pan masalındaki timsahmış, ya da ne bileyim Robin Hood aslında Kötü Kraliçenin gerçek aşkıymış, Kırmızı Başlıklı Kız ve kurt iki ayrı karakter değilmiş, Kaptan Kanca aslında perma saçlı yaşlı bir korsan değil de insanın içini eritecek kadar yakışıklı ve özünde mükemmel bir insanmış ve Peter Pan görüp görebileceğin en korkunç kötü karaktermiş. Daha onlarca plot twist! ----azıcık spoiler yemekten korkmam diyorsan oku---- 3. sezonun ikinci yarısı başlamadan önce yayınlanan özel bölümde aile ağacından bahsediyorlar ve 5 dakikalık videoya yarım saat falan güldüm sanırım. Öyle karışık ve absürd ama aynı zamanda hikayeye o kadar güzel yedirilmiş ki zevkten dört köşe oluyorum düşündükçe ya.



Ayrıca dizinin en sevdiğim yanlarından birisi kadın karakterlerin her birinin en az erkekler kadar güçlü olması. Pamuk Prenses'i ormanda kendi başına yaşayan bir haydut olarak düşünsenize! -Çok alakalı olmayan not: 2,5 sezonluk dizinin şu ana kadarki en en en en sevdiğim bölümü büyük ihtimalle iflah olmaz bir romantik olduğumdan Snow White ile Charming'in tanıştığı s01e03'e tekabül eden bölüm. İlişkileri artık baysa da ilk bölümler mükkemmeldi.- Mmh kadınlar diyorduk. Belle'den Uyuyan Güzel'e, Mulan'dan Ariel'e kadar hepsi erkeğe pek ihtiyaç duymayan karakterler. Yani erkeğe ihtiyaç duyuyorlar tabi ama kendilerini kurtarmaları için değil, onları sevmeleri için. Aşk dizide herrrr yerde. Annenin oğluna olan aşkı ya da tam tersi, bir adamın onun için doğru olan kadına aşkı, bir kadının onu asla sevmeyecek birine aşkı.



Dizinin bir başka güzel yanı ise masallarda sürekli kafamıza vurulan ya iyiler vardır ya kötüler, bu siyah ve beyaz kadar nettir mantığından uzak durması. Her kötü karakter kötü doğmuyor sonuçta. Kendinizi Regina için üzülür hatta onu gayet severken bulursanız şaşırmayın. Ya da Pamuk'un kalbinde ufacık bir karanlık olması size imkansız gelmesin. İyi ve kötü dengesi karakterlerle değil eylemlerle sağlanıyor.



Son olarak Mad Hatter ve tabi ki Rumplestiltskin oyunculuk bakımından dizinin izlemesi en zevkli karakterleri ve kişisel favorilerim. Tabi, Hook ve birkaç ay sonra 50 Shades of Grey filminde başrol oynayacak olan abimiz tarafından canlandırılan the Huntsman da favorilerim arasında ama onların sebepleri biraz farklı eheh.
Fazlasıyla gerçekçiyseniz kaçınmanız gereken bir dizi OUAT. Herkes gerçek aşkın öpücüğünün tüm büyüleri bozabildiğine inanmak zorunda değil tabi ki. Ama benim gibi gerçeklikten mümkün olduğunca kaçmayı tercih ediyorsanız, size daha güzel bir kaçış öneremem. OUAT hayal gücümüzü zorluyor ve masalların asla bahsetmediği arka planlarını bize sunuyor. 
Lost ekibi tarafından yapılan bir dizi olduğundan Lost'tan tanıdık yüzler, hikayenin Lost tadında flashbacklerle işlenmesi ve ilk bölümlerdeki Lost göndermeleri-4 8 15 16 23 42 bi ara her yerdeydi, saatlerde, kapı numaralarında- gülümsetiyor insanı.
Haftalık mart ayı itibariyle 17 dizi takip ediyormuşum ve once upon a time kesinlikle ilk 3'te. Aradan döndüğü bölümü aynı gün yayınlanan Shameless'tan önce izledim yahu. Daha ne diyeyim. 
2. sezonda biraz sıkılabilirsiniz uyarısını yapmadan yazının bu kısmını bitirmek istemiyorum. Ancak sabrederseniz şu an devam etmekte olan 3. sezon muhteşem. Sezonun ilk yarısı Neverland'de geçmişti kalan yarısı ise Oz'un diyarında geçecek. Hikayeye olan dev sevgimden Wicked Witch of the West'li, Dorothy'li bölümler için sa bır sız la nı yo rum. Beni bıraksanız daha yazarım da 1 spoilersız söyleyeceklerim bitti 2 benle zaman kaybetmeyip diziye başlamanız daha mantıklı olur. Görüşmek üzere dearies.




                      -SONSÖZ-



BÖYLE CAPTAIN HOOK MU OLUR BE AAA DELİRTECEK BUNLAR BENİ.

Friday, January 3, 2014

Yeniyılyeniyılyeniyılyeniyıl dizilere kutlu olsun

Hello sweeties. 29 Aralık sabahında yazdığım bu yazı, iki resim atar sonra yayınlarım diyip unuttuğum için şimdiye kaldı. Siz şimdi geçen pazardaymışız gibi okuyun bunu, teşekkürler. :')

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Bir pazar sabahına, 2014'ün son pazar sabahına, "YAZI YAZMALIYIM" diye uyandım. Ne yazacağıma ise şu saniyede karar veriyorum çünkü spontanelik bunu gerektirir. Bu yazı, takvimler 2013'ü geride bırakırken bizim de geride bırakmamız gereken dizileri ve 2014'de de büyük merak ve istikrarla takip etmemiz gereken dizileri konu alacak. Yani sezonun şu ana kadarki yıldızları ve keşke olmasaydıları.

Arrow


Bu sezonun en iyilerini düşününce aklıma gelen ilk isim Arrow oldu. Her bölümü büyük heyecanla bekliyor ve yine her bölümü ekrana yapışarak izliyorum. Bu sezonun konusu daha komplike, daha sürükleyici. Geçen sezon benim için meeh olan dizi şu an en sevdiklerim arasında. Sanırım Laurel'ın bu sezon oldukça az görünmesi ve Olicity'nin kesinlikle gerçekleşeceği mesajlarının verilmesi de sezonu bu kadar sevmemin nedenleri arasında. Tek korkum dizinin "Summer Glau laneti"ne yakalanacak mı acaba sorusu. Biliyorsunuz Summer Glau bu sezon diziye dahil oldu ve Summer Glau'nun dahil olduğu tüm projeler sürekli iptal edilmekte. Ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim, mid-season finalinden önceki 2 bölümde diziye konuk olan Flash'ın 2014'te yayınlanmaya başlayacak olan dizisi yeni yıl için en çok beklediğim şeylerden biri. Grant Gustin'i Glee'de tanımış ve çok sevmiştim. Ama keşke 2014 eylülüne kadar Arrow'da kalsaydı çünkü Felicity ile birlikte harikalardı. Neyse. Bir fangirlün en çok yaptığı şeyi yapacağım. BEKLEYECEĞİM.


How I Met Your Mother


Yoksa siz hala bırakmadınız mı? Hadi bir "New Year's Resulotion" kararı verin ve bırakın. Benim 2013'te yaptığım en verimli şeylerden biri HIMYM'ı bırakmaktı. Yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin niye bırakıyorsun diyebilirsiniz ama bir yükten kurtulmuşum gibi hissediyorum. Bölümler o kadar zorlamaydı ki izlemek acı veriyordu artık. Çevreden aldığım duyumlara göre de sezonun yarısına gelinmesine rağmen Ted hala tanışmamış anneyle. "How I Met Your Father" spin-off'unun çekileceğini duymaksa midemi bulandırdı. Himym evrenine tamamen ve kesin olarak veda ettim, pişman değilim. Lily'yi özlediğimde açıp Buffy the Vampire Slayer izlerim, Marshall'ı özlediğimde Freaks and Geeks izlerim, Barney'i özlediğimde gider sunuculuk yaptığı ödül törenlerini izlerim, Robin'i özlediğimde Avengers izlerim, Ted'i zaten özlemem.

Hannibal



Hannibal çılgınlığına zamanında katılamadım. Sezonu dün bitirdim ve gerilmeyi pek sevmeyen bir insan olarak oldukça beğendim diziyi. Bazı sahneler ve diyaloglar zorlamaydı özellikle son bölümlere doğru ama yine de kesinlikle ve kesinlikle 2014'ün en merakla beklenen dizilerinden biri Hannibal. Yalnız Mads Mikkelsen'ı bu kadar geç keşfettiğim için her gün ağıtlar eşliğinde ağlıyorum. Ağır aksanı, ses tonu, her bir mimiği ve rolünü resmen yaşıyormuş gibi gösteren mükemmel oyunculuğuyla bulunduğu her sahnede ondan başka bir şeye dikkat vermek imkansız. Ayrıca sevgili Will Graham'ımız Hugh Dancy ne kadar mükemmel bir adamdır. O gözler, o saçlar o gü lüm se me. Bak bunu genelde yapmam ama Clare Danes ile mutlu bir evlilik diliyorum zira çok yakışıyorlar. 


The Walking Dead


Bu dizinin olayını anladınız değil mi? 1 sezon iyi 1 sezon kötü 1 sezon iyi 1 sezon kötü. 1 ters 1 düz. 4. sezonun tüm bölümlerini izlemedim. Sezon finali güzeldi ama bu kadar güzel ve zengin bir konuyu ellerinde ziyan etmelerine katlanamıyorum. Bir maden var orda ve işleyemiyorlar. Sezon finalini herkes beğendi çünkü aksiyon vardı, önemli ölümler oldu. Bu kadar düz olmamalılar ve olmamalıyız. Ama TWD'nin şöyle de bir özelliği var, bir sezonu ne kadar beğenmesek de gelecek sezonu izleyeceğiz.

2 Broke Girls


İşte hala izlemeyen insanlar görüp hayret ettiğim bir dizi daha. HIMYM'ın boşalttığı o güzel 20 dakikayı neden 2 Broke Girls ile doldurmayasınız? Hem de aynı gün çıkıyor. Mis.
Bir komediyi başarılı yapan ana karakterlere gösterilen özenin yan karakterlere de gösterilmiş olmasıdır bence. Öbür türlü çok boş oluyor. 2BG dizisinin yan karakterlerinin hepsine ayrı ayrı diziler çekilebilir. Ama dizi sırf Kat Dennings'in canlandırdığı Max karakteri için bile izlerim ben diziyi. Hipsterlara olan sonsuz nefreti, sorunlu  hayatı ve katıksız alaycılığıyla Max son zamanlarda en başarılı bulduğum sitcom karakteri. Ondan sonra da Don't Trust the B---- in Apt. 23'deki Chloe geliyordu ama dizi iptal edildi. Tipik. Neyse. Kelime oyunları bolca var dizide ki en sevdiğim şeylerden biridir ve kendi dilim buna çok az izin veriyor diye hep üzülmüşümdür. Sıkmıyor, boğmuyor, 20 dakika nasıl geçti anlamıyorsun. Her sezonu iyi bu dizinin. Zaten sitcomlar nasıl başarısız olabiliyor anlamıyorum. Tek bir beklenti var sitcomda: güldürsün. Bu kadar. Güldüremiyorsan çekmeyeceksin. İzleyicilerin karakterlere uzun yılların meyvesi olan bağlılığına güvenmeyeceksin. Evet lafım sana HIMYM, evet.


The Vampire Diaries


Hakkında 2 3 kelime yazmayı bile çok görüyorum. Her yer dapılgengır olmuş, tavşanın suyunun suyu olayları falan bişiler de bişiler. Yeni sezonun ilk bölümünü izle(yeme)dim ve benim için bitti TVD. Ama The Originals izlemeye devam edeceğim, o şimdilik fena gitmiyor. Gerçi Klaus ve Elijah ikilisini bakkala ekmek almaya giderken çekin yine izlerim. 

Once Upon A Time


Ya utanmadan söylüyorum, bu sezon Arrow'dan sonra yeni bölümünü beklerken çetele tuttuğum tek dizi OUAT'dı. Tüm yarı sezonun Neverland'de geçmesi sıkar diye düşünmüştüm ama of sıkıldığım tek bir bölüm bile olmadı. Peter Pan'i villain olarak görmek, Hook'un seksapeli, çok sevgili Rumple'cığım ile bu sezon şu ana kadarki en iyi sezondu. Dizinin "Beauty and the Beast'in Beast'i Rumplestilinskin'miş onun babası da bildiğin Peter Pan'miş ki bunun torunu Bae aynı zamanda Pamuk Prenses ve Yakışıklı Prens'in kızı 'the Savior' Emma'nın kocası" gibi oha dedirten bağlantılar ile masal dünyasına getirdiği soluk, 3 yıldır en sevdiklerim arasına girmesi için yeterliydi. Aldığım duyumlara göre sezonun geri kalanı Oz'un dünyasında geçecekmiş. SA BIR SIZ LA NI YO RUM. Aa ne geldi aklıma. Supernatural'ın bu sezonundaki Dorothy olsun mesela OUAT'da. Cross-over. Mükemmel olmaz mı?

Pretty Little Liars


Ya ben senede 2 kez düzenli olarak bırakıyorum bu diziyi çünkü bir süre sonra durup -A benim galiba ya diye kendinden şüphe ediyorsun. Sonra bi can sıkıntısı anında tekrar başlıyorum çünkü: Spencer ve Toby. Şimdi -A açığa çıktı ve hiç şaşırmadık. Daha kendini nasıl izletecek merak ediyorum. Ben izlemeyi düşünmüyorum diyeceğim şimdi ama bi' anıma gelir kesin izlerim. Dizinin en takdir ettiğim özelliği ise harika genç delikanlılar bulup oynatmaları. En güzel, piyasanın yenisi erkek oyuncular bu dizide. PLL'ı kanser olmadan izlemenin sırlarını paylaşıcam şimdi sizinle arkadaşlar. Sadece mid-season ve season finallerini izleyin. Çünkü isteseler 12 bölüme rahatça yayabilecekleri bir takım gizem çözümlerinin hepsini bu bölümlere saklıyorlar. Bıka bıka geliyorsun o bölümlere kadar sonra bir sürü şey oluyor sonra dizi sana güzelmiş gibi geliyor. Valla iyi taktik.

American Horror Story


Başıma bir şey gelmeyecekse bu sezonun 3 sezon arasındaki en kötü sezon olduğunu düşünüyorum. Tabi ki yine diğer dizilerin seviyesinin üstünde ama yine de parmağımı tam üstüne koyamadığım bir olmamışlık var. Dizinin büyük hayranıyım ama bu sezonu coşkuyla izleyemedim. Geçen sezondan ve bu sezonun tanıtımlarından sonra fazlaca yükselen beklentilerimi karşılayamadı. Jessica Lange ve Lilly Rabe yine olağanüstüler tabi. Lilly Rabe hippi olmak için doğmuş aman Allah'ım o nasıl bir mükemmellik. Şimdiden bu sezon bitse de bir sonraki başlasa diye bekliyorum. Ama bir yandan da gelmesin o sezon çünkü 4. sezon Jessica Lange'in içinde yer alacağı son sezon olacakmış. :(




Supernatural



Felaket 6.-7. ve kötü 8. sezonlardan sonra nispeten güzel bir sezon geçirmekteyiz şu an SPN evreninde. Söylenecek pek fazla şey yok, bildiğimiz Dean Sam Cass işte. Tam bu ekibe Kevin ismini katmaya alışmışken elimizden almaları baya üzücüydü. 9 sezondur aynı şeyi söylüyorum ama, öldürülecek biri varsa bu dizide o Sam'dir arkadaşlar. Öyle yalandan değil, geri döndürülemez biçimde. 9 sezondur "hukuk okicaktım ben yha" diye tripli tripli dolaşmaktan başka bir işe yaradığı yok. Hadi kendi halinde olsa tamam da hayatının tek amacı Dean'i üzmek, Dean'i ağlatmak, Dean'i uğraştırmak. Gel bak ben seni tam burslu okutcam burda yeterki şu çocuğu rahat bırak.


New Girl




Şu an noluyor hiç bilmiyorum, diziyi bırakmışım. Duyulan geçmiş zaman çünkü bıraktığımı hatırlamıyorum ve böyle bir dizi olduğu şu an geldi aklıma ahahaha ya Schmidt falan vardı güzel diziydi be çerez niyetine izliyodum ne ara bıraktımsdjk Neyse siz şu anki sezonu izliyorsanız ve beğeniyorsanız yorum falan yapıverin de ben de devam edeyim. 


Glee

HALA İZLİYORSANIZ YUH.


Orange is the New Black


Tüm bölümleri internette eş zamanlı yayınlanan bir NetFlix dizisi OITB. Bir çırpıda izleniyor. Hakkında ne yazabilirim bilmiyorum, geçmişte yaptığı bazı şeyler yüzünden birkaç aylık hapse mahkum edilen Chapman isimli bi hanımkızımız etrafında dönüyor olaylar. Hapishanedeki karakterler oldukça ilginç bu da sıkılmadan izlememizi sağlıyor. Zevkli, değişik ve ilgi çekici. İzleyin derim ben.


Yeni Sezon Keşfi: Witches of the East End


Staj yaptığım yerde tanıştığım biri var. Staj esnasında da masasına giderdim sürekli dizilerden konuşurduk. Stajım bitti ama iletişimi hiç kaybetmedik. Birkaç ay önce beni aramış ve başlayan dizi sezonu hakkında upuzun konuşmuştuk. O esnada bana önerdi bunu. Cadı konusundan hem oldukça bıkmış hem de hak ettikleri gibi bir yapım olmamasından şikayet eder durumdaydım. Witches of the East End tam olarak istediğim şeydi. Burdaki cadılar güçlü, TVD'deki gibi falan ezik değiller. AHS Coven gibi de gerilimler ve korku öğeleriyle dolu değil. Daha hafif. Ama konu çok güzel, merak ettiriyor kendini ve izlenebilme kriterlerinin en önemlisi: sıkmıyor. Baş roldeki kızlarımızdan birini saçma derecede güzel olması canımı sıksa da izlemeye deva edeceğim ben.

Başladım ama devam edemedim - Tomorrow People
Ne kadar olsa da olur olasa da olur bir dizi olduğunu eksikliğini hissetmemekle birlikte anlamış bulunmaktayım. Ama kötü değildi, içinde her dizide ordan burdan çıkan ama mutlaka villain olarak çıkan çok sevdiğim Mark Pellegrino vardı. Boş zamanım olursa devam ederim belki.

Bir türlü başlayamadım - Agents of S.H.I.E.L.D
Çok merak ediyorum, çok güzel diyorlar, bir türlü başlayamadım. En kısa zamanda inş.

Başlasa da izlesek
Yeni sezonlarını 2014'e saklamayı tercih eden bazı nadide dizilerimiz de yok değil. En sevdiklerini en çok bekliyorsun. Çünkü bahsi geçen diziler Sherlock, Shameless ve Community. Çok güçlü bir cümle olmadı mı ya. Sherlock'un mini episode'unu izlemişsinizdir, ağlamamak için zor tuttum kendimi bir diziyi bu kadar özlemek nasıl mümkün olabiliyor ya açıklayın bana. (açıklaması oldukça basit aslında sen de 3 yıl bekle sen de bu kadar özlersin) Shameless ilk sezonundan beri inanılmazdı, hala öyle. Alışılagelmedik konuları ve hayatları seviyorum. İzlemek için farklı şeyler sunan diziler her zaman kazanıyor. Community desen zaten komedi konusunda onun üzerine koyabileceğim yayında olan herhangi bir dizi yok. Sanırım My Mad Fat Diary de başlayacak önümüzdeki günlerde. Teen Wolf uzun arasından çıkacak. Suits'e daha çok var. Ben çok hazırım yeni yıla ya.

Herkese güzel, mutlu, bol dizili filmli yıllar. ^^

Monday, November 25, 2013

Doctor Who 50. Yıl Özel Bölümü Hakkında Bir Takım Zırvalamalar

Merhaba
Uzun zaman sonra, geçtiğimiz birkaç günün etkisiyle eski halime döndüm. Bir süredir fandomlardan -böyle bir amacım olmamasına rağmen- oldukça uzaktım. Ama cuma ve cumartesi, Catching Fire ve Doctor Who darbeleriyle kendime geldim. Soluğu da burada alıyorum.
Şimdi, hayatının bir döneminde herhangi bir kurguyu, kurgu olduğunu itiraf edemeyecek kadar çok seven birisi değilseniz, lütfen, bu yazıyı burda kapatın ve benim içinde asla mutlu olamayacağım huzurlu dünyanıza geri dönün.
Dizinin ortasından itibaren internetim yoktu ve şu an bunu defterimdeki eğri büğrü notlardan geçiriyorum. Her blog yazımda "biraz daha az gif kullansana!" diye paylayanlara gelsin bu yazı. Old fashion dizilerin en old'una yakışacak şekilde, olabildiğince sade yazacağım.
Hiçbir zaman duygularını toparlayıp hak ettikleri şekilde aktarabilecek seviyede edebi dile sahip olmadım. Bazı şeyleri o kadar yoğun hissediyorum ki kelimeler üzerinde o denli bir güce sahip olmam mümkün değil.
Eh, Doctor Who da o "bazı şeyler"den biri.

50.yıl için heyecanlıydık. 
Çok heycanlıydık. Çoğunlukla David be Billie'yi tekrar ve Matt ile birlikte göreceğimiz için, John Hurt'ün doktorunu merak ettiğimiz için, Time War için. Ama bu heyecanın hatırı sayılır bir miktarı da süreklilikte 50 gibi bir sayıya ulaşılması. Böyle bir başarıdan asla kötü bir şeyler çıkmayacağının bilinci. Yaşımın iki katından daha uzun süredir devam eden bu efsaneye sadece 2005'ten beri aşina olmam beni 50. yıl coşkusunu yaşamaktan alıkoyar mı? Doctor Who'yu bilerek ve severek -çünkü paket olarak geliyor bu iki özellik- geçirdiğim her saniye yeterli değil mi?
Müziği duyduğumda kalbimin ritminin değişmesini, gün içinde -kimse anlamasa da- göndermeler yapmayı, Doctor kelimesini İngiliz aksanıyla söylemeyi, o eşsiz maviyi ve onu en güzel taşıyan şeyin çıkardığı muhteşem sesleri çok seviyorum. Doctor Who bana göre; onunla ilgili en küçük şeyi sevmek, hatta bir şeyi sırf onunla alakalı olduğu için sevmek.
50. yıl benim için özeldi çünkü geçmiş sezonları kaçırsam da gelecek 50 yılın 1 dakikasını bile kaçırmaya niyetim yok. (evet son rejenerasyon bla bla dizi bitecek bla bla ama lütfen burda Doctor Who'dan bahsediyoruz her zaman optimistik olmalıyız ayrıca hiçbirimiz "gitmek istemiyoruz" değil mi?) Yeterince ömrüm olmasını umuyorum çünkü 50. yıl böyle müthişse 100. yılı düşünebiliyor musunuz?
Bölüme de böylece bağlamış oldum.

John'un Doktoru.
Öncelikle John'un doktoruna (ya da doktor haline gelirkenki geçiş dönemine mi demeliyim?) bayıldım. Bir orta yaş krizinin sonucu olarak düşündüğü 10 ve 11'in onunla kıyaslandığında fazla çocuksu hallerini eleştirmesi hep gülümsetti. Ağırbaşlılığıyla alıştığımız doktor imajından biraz farklıydı ve farklılık -çoğu zaman- harika bir şey. Ferahlatıcı.

Doktor-lar.
Sezonlardır merak ettiğimiz savaşı, doktorun en büyük pişmanlığının detaylarını gördük ve bu özel bölümün o en büyük pişmanlıkla ilgili olması, doktoru bir kez olsun kendini iyileştirirken görmek tam olarak ihtiyaımız olan şeydi bence.
Billie'nin Rose olarak gelmeyeceği konuşuluyordu zaten (Bölüm hakkında bildiğim tek şey buydu. Ne trailer izledim ne tumblra göz gezdirdim. Gördüğüm her şey sürprizdi ve bu durumdan büyük zevk aldım.) Üzüldüm tabi, hatta baya acı vericiydi David'le Billie'yi yan yana görüp Rose ve 10'u görememek ama John Hurt "Bad Wolf Girl" dediğinde David'in yüzünün aldığı şekil paha biçilemezdi, o bile yetti.
Açılan portal, feslerin seyahat edişi ve doktorların birbirini bulması (her ne kadar halam kızım yatacak hadi evinize diye bizi kovduğundan ve reklam arasında ciğerlerin patlayana kadar eve koştuğumdan bir kısmını kaçırmış olsam da) çok Doctor Whovariydi.
Ya kendimi tutuyorum, azıcık bırakabilir miyim?
DAVID'İ O KADAR ÖZLEMİŞİM Kİ. SAÇINDAN AYAKKABILARINA. 
Öhm. 
3 doktorun da bir arada bulunduğu her sahne hem zekice hem de çok eğlenceliydi. Her ne kadar üçünün bir araya gelmesi azıcık zaman mekan zırvalıklarına olan kulak dolgunluğum kaynak alındığında imkansız olarak adlandırılsa da hiçbir zaman DW hakkında sofistike konuşacak, teoriler kuracak kadar zeki olmadığımdan, önüme ne konulursa ağzım açık izlediğimden ve 1 doktor bile bu etkide bulunurken 3 tanesinin bir araya gelmesinden doğan sahneleri şöyleydi böyleydi diye eleştirmek haddime değil sevgili arkadaşlar. Bad Wolf Girl'ün izin vermiş olması kâfi. Zaten öyle güzel "clever boy" diyor ki unutuveriyorsun zaman kilitlerini, paradoksları. 
David ve Matt her ağzını açtığında kahkaha atmadınız mı ya? Ben timey-wimey muhabbetinde David "Böyle şeyleri nerden buluyor bilmiyorum." dediğinde tekrar nefes almaya başlayana kadar 10 dakika güldüm mesela. TARDIS muhabbeti ve sürekli bir karşılaştırma içinde olmalarını hiç söylemiyorum bile. Bölüm boyunca senkronize hareketlerini de gözleri kocaman olmuş anime kızları gibi izledim. Bölüm hakkında tek sevmediğim şey David'imi öpüp duran kraliçe olacak Elizabeth'di sanırım..........

Zaman Lordlarının Sanatı.
Bölümün baş kahramanlarından olan tablodan bahsederken Matt ve John'un doktorlarının aynı cümleleri kullanması çok hoş bir ayrıntıydı bence. Böyle tatlış tatlış bir sürü ayrıntı vardı hep, şu an torrent denen nimet benim lehime çalışırken bu yazının hemen ardından bölümü tekrar izleyeceğim ve umarım daha çoğuna rastlayacağım. Ah, mesela John'un doktorunun Clara'yla konuşurken bahsettikleri çorbadan içmesi çok tatlıydı.
Tablo demişken tüm o tablo olayı, gelecekten arama, parçalanan heykellerin yerine geçen zygonlar falan çok aşina olduğumuz DW plot twistleriydi, onlarca kez izlemişizdir. Ben bile çok şaşırmadım yani. Ama heykel muhabbeti olunca OV YOV YİNE Mİ WEEPING ANGELS, YETERİNCE MAHVETMEDİNİZ Mİ HAYATIMI diye iki saniyeliğine tırsmadım değil. 
Clara'yı ilk bölümden itibaren sevmiş ama nedense çok etkisiz, yetersiz bulmuşumdur. Bu bölümde doğallığını ve doktorları, hem mecaz hem gerek anlamda, gözlerinden tanımasını ve dolasıyısla Gallifrey'i kurtarmadaki en büyük rolü üstlenmesini öyle çok sevdim ki bundan sonra farklı gözlerle izleyeceğim Clara'yı.

Clara ve Kurtardıkları.
O karar anında üçü de butona ellerini koyduğunda Clara onları yapmamaya ikna edene kadar kafamı koluma gömmüş ağlıyordum. Hemen ardından aynı Billie gibi gülümsedim.
Ve yine çok zekiceydi demekten başka bir yorum yapmaya haddimin olmadığı, doktorların bir araya gelmesi sayesinde başardıkları çeşitli zamazingolarla Gallifrey kurtulur. Belirtmeden geçemeyeceğim, bu fikrin ortaya çıktığı sahnede David'in coşkusunu defalarca sıkılmadan izleyebilirim. Ağğh ÇOK SEVİYORUM. 

12 mi o?!
Peki 12. doktoru görüğünüzde siz de benim gibi çığlık attınız mı? Yeni doktor için çok heyecanlıyım. Christopher, David ve Matt'ten çok farklı olacak gibi geliyor. John'un bahsettiği "orta yaş krizi" sona mı eriyor? Bölümdeki bakışının sertliğine bakarak söylüyorum, çok daha ciddi bir doktor mu izleyeceğiz? Bunlar hem çabuk hem de Matt'e veda etmeye hazır olmadığımdan (gerçi bir doktora veda etmek için ne zaman hazır olduk ki?) olabildiğince geç öğrenmek istediğim şeyler. Ama şunu söylemem lazım, bence 12 ve Clara muhteşem bir ekip olacak. Bu konu hakkında herhangi bir dayanağım yok, sadece bir his.

Gitmek istemiyorum.
Yavaş yavaş sona geliyoruz bölümde ve yazıda ki şu yazıyı bitirmeye yaklaşmak bile David'e tekrar tekrar veda etmek gibi. Atlattığınızı sandığınız bir şeyi atlatmadığınızı fark ettinizdeki şok yetmezmiş gibi acının hala taze olması da ikinci darbeyi vuruyor. Çünkü David'in son repliği -yine- "I don't want to go" oluduğunda birileri kalbime sardığım tüm o bandajları parçalayınca David'in dokunduğu yerler ilk günkü kadar acıdı.

Bir bölüme bu kadar doktor fazla!
Ve ve ve AMAN ALLAHIM TOM BAKER! Bölüm sonunda 4. doktorun gelmesine olan tepkimin çizgi film aşırılıklarına benzerliği epey komikti. Çenem yere falan düştü. O anı tamamen habersiz bir şekilde izlemek paha biçilemezdi. Ve bir doktorun diğerine sonraki sezonların amacını sunması dokunaklı olarak nitelendirilmezse ne nitelendirilir, sorarım size Whovian'lar?

Gallifrey Falls No More.
Doktorumuzun yeni amacı eve dönmek. Sadece ben mi öyle gördüm bilmiyorum ama Matt'in yüzündeki ifade gerçekten evini düşünen küçük bir çocuğun ifadesiydi. Gözlerindeki parıltıyı fark etmemiş olmak imkansız.
En sonda, bütün doktorların bir arada göründüğü o küçücük sahnede yine duygu seli diye adlandırıldığımız benzersiz akıntı karşısında ayakta duramadım. Hepsini seviyorum çünkü 11 ne kadar 11'se o kadar 1, 5, 8 ya da 10. Hepsi tüm farklılıklarına rağmen aslında birbiri. Birini tanımak hepsini tanımak gibi. Geçmiş bir doktorun şimdiki zamanındaki yansımasına kıkırdayarak söylediği gibi: "Or perhaps... you are me."

Nice yaşlara Doctor Who.

Wednesday, July 24, 2013

Yazı Dizisi: Dizilerin En Sevilen(Sevdiğim?) İlişkileri Part 2

Bu yazıya stajdayken başlıyorum. Resmen mesai saatleri içinde. İç mimarlık alanında değil, radyo sinema televizyon'da yapıyorum sanki stajı....... 
Hiç laf kalabalığı yapmadan listeme devam ediyorum. Bundan sonra da yine bir tür 'ilişkiler' ile ilgili bir yazı var aklımda ve o yazı için çok heyecanlıyım çünkü diziler hakkında en sevdiğim şey o.
Öhm, işte sevilen diğer çiftlerimiz.

Olivia and Peter (a.k.a Polivia) - Fringe


Birlikteliklerinin değerini ve birbirlerine olan sevgilerinin miktarını kelimelerimle asla yeterince ifade edemeyeceğim bir beraberlik Peter ve Olivia'nınki.
Olivia Dunham izlediğim en harika kadın karakterlerden biri. "Dunham" diye telefon açması bile cool kadının. Peter'sa.... Peter işte :')
İtiraf etmek gerekirse ilk başlarda bütün shipper genlerime ters olarak pek fazla heyecanlandırmıyordu beni bu ilişki. Yani çok fazla tahmin edilebilir ve beklendikti. Birbiriyle romantik bir ilişkisi olmayan iki çekici başrol karakterini izlemek ilginç olabilirdi. Çünkü genelde tüm bu karakterler birbirine aşık olur, bildiğiniz üzere.
Ama Fringe hiç beklemediğim bir yönde ilerlemeye başladı sezonlar geçtikçe. Fringe için asla tahmin edilebilir ve beklendik kelimelerinin kullanılamayacağını gösterdi yazarlar. Karakterlere o kadar bağladım, öyle güçlü bir sevgi bağı kurdum ki onlar birbiriyle aile oldukça aynı zamanda benim de ailem haline geldiler.
Bilimkurgu ve benzeri türde yapımlarda çoğu şeyin sevgiye bağlanması bazı insanları rahatsız etse de benim gibi en sevdiği kabiliyeti hissedebilmek olan birini hiç ama HİÇ rahatsız etmiyor. Ve rahatlıkla söyleyebilirim ki Fringe tamamen sevgiyle alakalı bir dizi. Özü o en azından.


“Fringe is a love story about a man who loved a boy so much he broke the universe to save him, and it’s about that boy learning to love a man he grew up hating. It’s about two people drawn together by forces that transcend worlds, and falling in love. It’s a story about love strong enough to break the world, and strong enough to heal it.”



En başa dönersek...



Peter, Olivia ve Walter (onu ayrı tutamıyorum çünkü evren(ler)deki en büyük Peter Olivia shipper'ı Walter bknz: sıradaki .gif) kaderin(aynı zamanda dizinin diğer özü ksdlfşg) büyük bir cilvesiyle ilk bir araya geldiklerinde hepsi derin yaraları olan ve saracak kimsesi olmayan insanlardı. Olivia zaten malum nedenlerden kendini bütün romantik yollardan kapamıştı ama Peter'ın Olivia'dan ilk gördüğü anda etkilendiğini düşünmeyi seviyorum.



Birbirlerini tamamlayan zekaları ve yetenekleriyle dünyayı defalarca kurtaran, bir sürü felaketle, ölümle karşı karşıya kalan ve geçirdikleri her gün hayatlarını riske atan iki insanın birbirine duydukları güven sonunda profesyonel bir ilişkiden daha fazlasını istediklerini fark etmelerini sağladı. Peter, Olivia'nın insanlarla arasına koyduğu duvarı tuğla tuğla yıktı ve karanlık geçmişine gömüldüğü her an onu ışığa çıkarmak için oradaydı. Olivia ise Peter'la Walter arasındaki köprünün ta kendisiydi.



Aralarında yeşermeye başlayan duyguların olduğu zamanlarda Olivia Peter'ın başka bir evrene ait(a.k.a. ayrı dünyaların insanı)(teknik olarak iç içe dünyaların?) olduğunu öğreniyor ve Walter'ın "Peter öğrenmemeli" ricası üzerine bunu ondan saklıyor. Ama tabi ki ortaya çıkıyor bu ve olaylar gelişip Walternate'in koca bir evreni yok etme planlarıyla savaşlarına getiriyor bizi. Olivia'nın ilk defa başka birini kendine tamamen açmasına neden olan savaşa. Peter ait olduğu evrenin diğer evren olduğunu savunuyor ama Olivia'mız diyor ki... Senin yerin benim yanım.


Fringe'in en güzel anlarından biriydi. Peter da geri dönüyor tabi bu konuşmanın üzerine. Ama bu sefer de Olivia diğer tarafta tutsak alınıyor ve yerine Fauxlivia dediğimiz diğer evrenin Olivia'sı geçiyor. Peter onu Olivia sandığı için onunla mutlu bir ilişkiye adım atan da Fauxlivia oluyor. Onlar bu ilişkiye adım atarken ben de bilgisayarı pencereden dışarı atıyorum.

Olivia geri dönüyor, Geri dönmek için sürdürdüğü savaşın tek dayanağı Peter'ken onun Fauxlivia ile yaşadığı ilişki inanılmaz acıtıyor canını. Birkaç bölüm saklasa da sonunda "Nasıl onun ben olmadığımı anlayamadın?" diyerek artık onunla bir şey yaşamak istemediğini dile getiriyor. 
Olivia ve Peter yavaş yavaş tamir ediyorlar ilişkilerini. Bu arada da Fauxlivia'nın Peter'dan çocuğu oluyor. Henry.
Olivia ve Peter Henry'nin varlığından habersiz olarak mutlu olmaya yaklaşabildikleri kadar yaklaşıyorlar. Neticede 3. sezonun sonunda Peter 2026'ya seyahat edip geri dönüyor ardından da yok oluyor. *observer mode on* Teknik olarak yok olmuyor. Çünkü hiç varolmadı :S *observer mode off*
                                                        
Bir şekilde geri geliyor Peter (obviously). Olivia ve diğerleriyle hiç tanışmadığı bir timeline'da, hatırlanmaması gereken bir timeline'da olmasına rağmen Olivia ve Walter'ın hatıralarının bir şekilde geri dönmeye çalıştığını görüyoruz.

Neden ve nasıl olduğunu anlayamadıysanız buyrun, September açıklasın size. 
“I have a theory based on a uniquely human principal, I believe you could not be fully erased, because the people who cared about you could not fully let you go. And you could not let them go. I believe you call it… love.
"Eşsiz insan kökeni hakkında bir teorim var, tam olarak silinemedin çünkü seni önemseyen insanlar tamamen yok olmana izin vermedi. Aynı şekilde sen de onların yok olmasına izin vermedin. Sanırım siz buna... sevgi diyorsunuz."

Tüm anılar geri gelmiş, her şey yoluna girmişti.


Olivia Peter ilişkisinin en tatlı olduğu dönem 4. sezon dönemiydi. Her diyalogda eriyordum resmen. 5. sezon ise artık onların sevgisi üzerine sevgi olmadığının kanıtıydı. İki insan mutlu olunca durumla tamamen alakasız başka bi' insan niye deliler gibi heyecanlanır, bana bunu açıklayın :(( Neyse, 4. sezon sonunda Olivia'mızın hamile olduğu haberini alıyoruz. :')


Sonra istila oluyor, kızlarını (adı tabi ki Henry'nin dişi versiyonu olan Henrietta) kaybediyorlar, Peter observer oluyor, düzeliyor, çocuklarını buluyorlar, bu sefer Olivia ortalıkta olmuyor, sonra hepsi bir araya geliyorlar. Ardından... kızlarını yine kaybediyorlar. 


Başlarından geçen olayların zorlukları kimsenin kaldırabileceği seviyede değil. Birbirlerine sahip olmaları en büyük güçleriydi. Çünkü onlar bir aileydi, "aile onlar için çok önemliydi ve aile için yapamayacakları hiçbir şey yoktu."



“Sometimes the world we have is not the world we want. But we have our hearts and our

imaginations to make the best of it.”


Final ise gözlerim patlayana kadar ağlamama rağmen beni hayal kırıklığına uğratan bir final değildi. Olivia ve Peter'ın kızlarıyla birlikte mutlu bir sona ulaşmasını görmek harikaydı. Hak etmediklerini kimse söyleyemez. Ama Walter'sız asla tam olamayacakları da bir gerçek. Finaldeki beyaz lalenin kafaları karıştırması da tam bir Fringe son saniyede kaşları kaldırma sahnesiydi. 
Karakterlerin adım adım birbirlerini ne kadar değiştirdiklerini, nasıl birlikte birbirleri içinde büyüdüklerini görmek en sevdiğim şeylerden biri. İşte Fringe tam olarak buydu. İzlediğim tüm diziler arasında en değerlilerdendi, mükemmeldi, güzel bitti, gülümsenerek hatırlanacak. Eh, arada gülümserken birkaç damla da yaş dökülebilir tabi.

Sawyer and Kate Juliet & Desmond and Penny - Lost



Lost'un final sezonunun son yarısını hala izlemedim. Neden izlemedim ve ne zaman izleyeceğim bilmiyorum ve en son izlediğimin üzerinden de çok fazla zaman geçti ama bu çiftler burada olmalı dedim. 

Kate bence serinin en sevilmeyecek karakterlerinden biri. Kararsızlığı ve sıkıcılığıyla illallah ettirmişti. Bu konuda tepedeki isimse Jack. Yani Jack ve Kate shipliyorduysanız, üzgünüm ama hiç üzgün değilim.
Sawyer, diğer yandan, Jack'ten çok daha ilgi çekici bir karakter. Sezonlar boyunca karakterinin bir çok katmanını görüyoruz yavaş yavaş. Aslında çok orijinal bir fikir değil takdir edersiniz ki, sinir bozucu bir "kötü çocuğun" aslında altın gibi bir kalbi olması(azıcık abartmış olabilirim) ve bir kahramana dönüşmesi(bunu kesinlikle abartmıyorum). Ama insanları sevdiren karakterlerindeki küçük ayrıntılar değil midir? 
Jack ise olabildiğince düz. Her zaman doğru olanı yapmaya çalışan, "so called" asil lider. Yani bir nevi, Jack Cyclops ise Sawyer da Wolverine.


Ayrıca aklıma geldi, saçının önündeki şu saçma sapanlığa takılmadan hiçbir sahnesini izleyemezdim. Sinir oldum yine durduk yere. Konumuza geri dönmeye çalışacağım şimdi..... gözlerimi alabilirsem........



Sawyer ve Kate (a.k.a. Skate) televizyon tarihinin en güzel flört sahnelerinin başrolleri, evet. Hafızalardan asla silinmeyecek bazı sahneleri var. En son yıllaaar yıllar önce izlememe rağmen hatırlayabiliyorum ki bu benim gibi hafızası en fazla 20 saniye dayanan biri için mükemmel bir şey.



Aşk ve nefret arasında gelip giden oldukça... mmm... şehvetli ilişkileri 4. sezonda James'in Kate sağ salim varabilsin diye kulağına bir şeyle fısıldayıp veda öpücüğünü vererek helikopterden atlamasıyla sona eriyor. Bu da Sawyer'ın Juliet'le olan ilişkisinin başlangıcına götürüyor bizi. 



Kate ve Sawyer beni heyecanlandıran bir ilişkiydi ancak bu çift hiçbir zaman Juliet ve Sawyer'ın (a.k.a Suliet) sahip olduklarına sahip olamayacaklar.

Juliet sakin ve huzur veren karakteriyle dizide ilk göründüğü andan itibaren kendini sevdirdi. Güçlü, zeki ve korkusuz oldu hep ve hiçbir zaman bencil değildi. Hatta arada biraz kendisini de düşünseydi keşke. Kate'i 3'le çarpıp 8'e bölebileceğini hatta üzerine başka şeyler de yapabileceğini ama coolluğundan yapmaya gerek görmeyeceğini düşünüyorum. 

Bunu çok söylüyorum ama, Juliet ve Sawyer da ilişkileri boyunca birbirini değiştiren çiftlerden. Ama sanırım doğrusu bu. Bunu istiyor insan gerçekten ait olduğu kişiyi bulunca. Onun için her zaman en iyi yönünü ortaya çıkarmayı. Juliet Sawyer'ın düşünceli ve zeki yönünü ortaya çıkardı; Sawyer ise Juliet'in duygusal yönlerini. Bütün o Juliet/Jack/Kate/Sawyer döngüsünde, karmaşasında tek gerçek aşk onlarınkiydi.


Entertainment Weekly bu ilişki için "dizinin Chandler ve Monica'sıydı" demiş. DAHA FAZLA KATILAMAZDIM. Aynı onlarınki gibi yavaş ve emin adımlarla kuruldu aralarındaki bağ. 


Ve dizide öldürülmeyi bekleyen 4, 8, 15, 16, 23, 42 karakter varken Juliet herkesi kurtararak ölüyor. Lost'un en yürek burkan (ne biçim terimler kullanıyorum ya) sahneleriydi. Juliet düşerken birbirlerini sevdiklerini söylemeleri, 

Juliet'in düştükten sonra kanlar içinde bombayı patlatmaya çalışması

ve Juliet'in Sawyer'ın kollarında can vermesi :'((


I cried when I read it. I had to memorize that without thinking about it because as an actor you don’t want to get overly involved before you get on stage, so I just had to do it line by line, and I went in and Josh and I both didn’t rehearse, we didn’t do anything. It was a beautiful scene. Damon writes some of the most beautiful love scenes I’ve ever seen. It was amazing. — Elizabeth Mitchell


Ve sonra James diyor ki, "I was gonna ask her to marry me."

Tumblr'dan anladığım kadarıyla finalde bir araya gelmiş ve her şeyi hatırlamışlar. İzlemememe rağmen .gif'leri görmek bile ağlatıyordu nerdeyse.


Şimdi geçiyoruz Lost'un en güzel ikinci çiftine.

Juliet ve Sawyer kalbimi çalana kadar en sevdiğim çift buydu. Desmond ve Penny. Ve itiraf etmek gerekir ki aşkları Juliet ve Sawyer'ınkinden daha büyüktü.

Suliet'i daha çok sevmemin nedeni ise, Desmond ve Penny çiftinin her sahnesinde ağlıyor olmam ashjdfklg Bi' insanın üzerine bu kadar gelinmez arkadaşlar. 


İtiraf etmeliyim ki şu an ne zaman ne oldu pek bir araya toplayamıyorum şu an. Zaten Lost izlerken beynim pudinge dönüyordu. Üstelik Desmond'ın hikayesindeki zaman kavramı ise oldukça karışık bildiğiniz gibi. 

Desmond herkesi favori karakterlerinden biriydi. Her şeyden önce "iyi" bir adamdı.

Adaya yaşadığı yıllar boyunca ayrı düştüğü Penny'sine kavuşma çabaları içine giriyor hep. Penny'nin babası, dharma, "the others", önlerine çıkan hiçbir şey bir şey engelleyemiyor birbirlerini arayışlarını. Hatta zaman kaymaları ve fizik kuralları bile. 
Penny'nin Desmond'dan umudunu hiçbir zaman kesmemesi hatta Desmond'ın ne zaman ve nasıl pes etme kıyısına geleceğini bilip dünyanın en güzel cümlesini içeren mektubu Desmond'ın nereye bakacağını bilerek oraya koyması "bu kadar da büyük aşk olmaz, yeter" dedirtmiyor mu? 

"Dearest Des,

I am writing this letter to you as you leave for prison. And I’ve hidden it in the one place you would turn to in a moment of great desperation.
I know you go away with the weight of what happened on your shoulders. And I know the only person who can ever take it off is you. Sorry to be so dramatic, but these are dramatic times, are they not?
Please don’t give up, Des. Because all we really need to survive is one personwho truly loves us. And you have her.
I will wait for you. Always.
I Love you, Pen"

Televizyon tarihinin en etkileyici sahnelerinden bazıları bu çiftle ilgili. Sürekli bir korkak olduğundan bahseden ama kimsenin başaramadığı kadar cesur ölen Charlie'nin boğulurken eline yazdığı "not Penny's boat" yazısını göstermesi

Ve Desmond'ın Penny'ye -sonunda- ulaşabildiği ilk sahne. 




Yüzlerine bakar mısınız? Hiçbir zaman birini bu kadar çok sevecek ve aynı derecede çok sevilecek kadar şanslı olabilecek miyiz sizce? 

Sawyer'ın helikopterden atladığı, Oceanic 6'in kurtulduğu bölüm olan There's No Place Like Home'da kavuşuyorlar birbirlerine. Bu yazıyı ne kadar sürdürebilirim bilmiyorum. Daha önce de dediğim gibi HEP ağlatıyorlar. Every. Single. Time.



Bu arada çocuklarının adını da Charlie koyuyorlar bildiğiniz üzere. Ben daha ne diyim. 




"Look. Right out there. Beyond where you can see, there’s—there’s an island, and it’s a very special island. I left it a long time ago. I never thought I’d see it again. It’s called Great Britain. And the most beautiful part of the island is Scotland, and that’s where your daddy’s from. There’s mountains and glens and monsters in deep lochs, and… and it’s where your mummy and daddy… fell in love."




Lorelai and Luke & Rory and Jess - Gilmore Girls



GG derken siz Gossip Girl'ü kast ediyor olabilirsiniz ama benim aklım hep Gilmore Girls'e gidiyor. Ortaokuldayken Cnbc-e sayesinde tanıştığım bu dünyalar tatlısı dizi sıradanlığın aslında ne kadar ilgi çekici olabileceğini gösterdi bana. Güzel bir kasaba, anormal derecede hızlı konuşan güzel insanlar ve olabildiğince dramasız geçen günler. 

Diziler genelde ideal eş-sevgili örneklerini gösterir ancak Gilmore Girls -bunu yapmıyor demiyorum, ayrıca bir de- dünyanın en özenilesi anne-kız ilişkisini gösteriyor bize. İzleyip de "Lorelai gibi annem olsun ya" demeyen biri yoktur herhalde.
Luke ve Lorelai televizyonların gördüğü en uyumlu çiftlerden biriydi. Aynı zamanda mahvedildiğine en çok üzüldüklerimden biriydi. Zaten Gilmore Girls oldukça tutucu, muhafazakar bir diziydi ama son sezona kadar çok fazla rahatsız etmiyordu. 7. sezonu hiç yaşanmamış sayıyorum. 


Luke ve Lorelai arasındaki kimya ilk bölümün ilk sahnesinden kalbimizi çalmıştı. Kahve bağımlısı zeki ve çekici bekar bir anne olan Lorelai Gilmore ve huysuz ama altın kalpli bir kafe sahibi, Luke Danes. 

Yemek yapma konusunda sadece talihsiz deneyimlere sahip olan Lorelai ve kızı Rory her gün Luke's Diner'dalar. Bzen yemek, bazen Luke'un lezzetli kahvesi için. 


Normal bir diyalog asla geçmiyor aralarında. Ben hayatımda bu kadar güzel atışan başka iki insan görmedim. Beraber geçen her sahne "Birbiriniz için yaratılmışsınız, ne bekliyorsunuz?!" dedirtiyordu.

Ama neden olmadığını açıklayayım ben size. Kadınlar! Hangimiz gözlerimizin önünde duran mükemmel erkeğin farkına vardı ki? Tamam, hiçbirimizin hayatında bir Luke Danes yok o kadar da kör değiliz ama işte ne demek istediğimi anladınız. Lorelai zeki bir kadındı ama erkekler konusunda öyle aptal oluyordu ki ağzına ağzına vurasım geliyordu. Sezonlar boyunca birçok date'i oldu, Rory'nin babasıyla ara ara "fling"leri oldu ve Luke kenardan izledi hep. Onun hayatında nerdeyse kimse olmadı. Olduğunda da Lorelai'ın aklı başına gelmişti zaten.


Açıkçası bakan herkes Luke'un Lorelai'a aşık olduğunu görebilirdi rahatlıkla. Hatta Lorelai'ın annesi onları birlikte bile sanıyordu. İkisi bu kadar inat olmasaydı birlikte olmak için 5 sezon beklerler miydi merak ediyorum.

No one has ever made me something quite this disgusting before, I thank you

Luke, Lorelai ve Rory için hep ordaydı. Hatta bir keresinde Lorelai "Luke'u kiralamaya bayılıyorum" gibi bir cümle kurmuştu. Ne zaman başları sıkışsa koştukları ilk kişi Luke oldu hep. Rory'nin hayatında eksik olan baba figürünü doldurmakta hiç zorlanmadı. Gerçek babasından daha çok babaydı yani.
Her neyse. En sonunda Luke dayanamıyor ve adı konmayan ama bir arkadaşlıktan daha fazla olan ilişkilerinin ilerlemesi için bir şeyler yapıyor. 
İlk öpücükleri bir "shut up kiss" idi. Tam da onlardan beklenecek bir şey değil mi?

Attığım SONUNDA BEEEEE çığlıklarını hala hatırlıyorum. 
Sevgili olmaya başladıktan sonra ilişkilerinde pek bir şey değişmedi aslında. 


Yıllardır sevgililermiş zaten. Sadece shipper kalplerimize iyi gelecek tatlı tatlı sahneler eklendi.

Evet bu tatlı bi sahne. Problem mi var?
Ama benim için en güzel Luke & Lorelai sahnesi Luke'un 8 yıl önce, ilk kez tanıştıkları zamanı anlattığı ve bütün ciddiyetiyle -ki bu nadiren gerçekleşir- kendini açtığı sahne.


"İlk tanıştığımız anı hatırlıyor musun?" diyor Lorelai. "Luke's Diner'da olmalı değil mi?

"Luke's'daydı, öğle yemeğiydi, yoğun bir gündü. Sonra biri bir kafein krizinde kalabalığı parçalayarak geldi. Ben bir müşteriyle ilgileniyordum. Aramıza girdi, gözü kararmış bir şekilde kahve için yalvardı. Ben de ona sırasını beklemesini söyledim. Sonra beni takip etmeye başladı, dakikada bir mil konuşarak. En sonunda ona döndüm, sinir bozucu olduğunu oturup çenesini kapatmaısnı ve sırası geldiğinde ona bakacağımı söyledim." diye anlatıyor Luke.
"Eminim bunu gayet iyi karşılamıştır, çok hoş birine benziyor."
"Bana doğum günümün ne zaman olduğunu sordu, söylemedim. Konuşmayı kesmedi, pes ettim ve söyledim. Sonra gazetenin astronomi kısmını açtı ve bir şeyler yazdı, kopardı, bana verdi. Elimdeki kağıda baktım, akrep kısmının altında şöyle yazıyordu: 'Bugün sinir bozucu bir kadınla tanışacaksın. Ona kahvesini ver, başından gidecektir.'"
"Ama gitmedi."
"Bana o fala uymamı, cüzdanıma koyup yanımda taşımamı söyledi. *cüzdanından bir kağıt parçası çıkarır* bana şans getireceğini söyledi."
"Vay be, kahve için her şeyi söylerim. Ah, sakladığına inanamıyorum. Bunu cüzdanında mı taşıdın? Bunu cüzdanında taşıdın."
"8 yıl."
"8 yıl."

Şimdi, yeryüzündeki hangi kadın Luke'u hak eder söyler misiniz bana? Dünyanın en ince ruhuna sahip değil belki. Ama iyi bir adam. Hayatın boyunca güvenebileceğin, sırtına yaslayabileceğin mükemmel bir "eş". Ve imzası haline gelmiş gömlekleri, kafasından hiç çıkarmadığı şapkalarıyla inanılmaz yakışıklı değil mi ya. Ayrıca istediğinde gayet de romantik olabiliyor, yapış yapış olmadan. Kadına buz pisti inşa etti. Daha ne yapsın. Onu mutlu görmek için yapmayacağı şey yok.

Dizilerde filmlerde güzel ilişkiler izleriz ama oyuncular ve karakterler arasında bu denli kimya zor bulunur. Dedim ya, görür görmez "Bunlar birbiri için yaratılmış!" diyorsunuz. 

Ancak ne yazık ki her güzel şeyin gerekten bir sonu var. "Life's short, talk fast" mottosuyla hareket eden Stars Hollow sakinlerinin en güzel çifti senaristlerin amaçsızlıklarıyla harcanıyor ve ayrılıyorlar. Hem de Lorelai Luke'a evlenme teklifi etmiş, Luke da kabul etmişken. Evlenmiyorlar. Luke'un başına bir çocuk çıkartıyorlar, Lorelai ise kızının babası Christopher'a dönüyor. Ve sonsuza dek mutlu yaşamıyorlar.
Ben son sezonu hiç yaşanmamış sayıyorum. Onları aşağıdaki gibi hatırlamak çok daha güzel.

“I don’t think I ever really loved anyone, until Luke. I saw this guy in front of me who was a real…man. He was solid, and he was strong. He would protect me, but he, he got me. I knew all of that when we started dating. But that moment, when I realized how much he cared for Rory, that was it. Suddenly I knew I was ready.”

Like mother, like daughter Rory de karşısına çıkan en mükemmel -yani onun için mükemmel- kişiyi kaybetti. Geldik Jess ve Lorelai'a. Annesiyle aynı adı taşıdığından karışıklık olmaması için biz de herkes gibi ona Rory diyeceğiz. Jess ve Rory. :')

Kitap okuyup ders çalışmaktan zevk alan, parlak öğrenci tanımına mükemmel bir şekilde uyan Rory'miz ilklerini Dean ile yaşıyor. İlk sevgili, ilk aşk, ilk öpücük. (Dean'i Jared Padalecki oynuyor ve Supernatural'da Sam'i sevmememin en büyük nedeni Dean'den nefret ediyor olmam. Ayrıca Supernatural'da abisinin isminin Dean olması diziye bir selam mı, bilemedim).

Dean sıradan, gerçekten hiçbir niteliği olmayan nazik bir mahalle delikanlısı. Tam anlamıyla ilk sevgili profili. Zaten bir süre sonra Rory de bu ilişkiyi yeterli bulmamaya başlıyor. Sadece itiraf edecek kadar güçlü değil.
Tam o sıralarda karşısına Rory çıkıyor. Uzaktan bakınca serserinin biri. Biraz bencil ve kaba. Yani Rory hariç herkese öyle.

Ama aslında kitap okumayı en az Rory kadar seviyor, zeki, kültürlü ve istediğinde dünyanın en tatlı çocuğu olabiliyor. Tekdüze bir karakter değil. Ve milyonlarca kez belirttiğim gibi ben de böyle karakterleri seviyorum, yapacak bir şey yok.

Herkesin Heroes ile tanıdığı Milo Ventimiglia tarafından canlandırılması karşı konulamayacak bir karakter haline gelmesine neden oluyor. (Bu arada Rory'yi oynayan Alexis Bledel ile Milo uzun yıllar sevgiliydi, hatta nişanlandılar ama.... sonra... ayrıldılar....) İlk görüğü anda Rory'den etkilenen Jess Dean'le aralarına girmek için her şeyi yapıyor. 

Yani zaten var olan sorunlara dikkat çekiyor mu demeliyim?

Mükemmel yönlerini sadece Rory'ye göstermesi ilişkilerinin başta Lorelai olmak üzere onaylanmasında pek yardımcı olmuyor.

Dean gibi birini bırakıp Jess'e aşık olmak delilik gibi geliyor insanlara. Bence Rory'nin hayatı boyunca yaptığı en mantıklı şeydi! Falling out of love dedikleri şeyi saniye saniye gördük. Birine olan aşkı yavaş yavaş biterken diğeri büyüyordu. Yavaş yavaş derken, cidden yavaş yavaş. Çünkü Rory bütün her şeyi bırakıp sadece hissettikleriyle hareket edebilen biri değil. Suçlu hissediyor. Kendine bile itiraf edemediği şeyleri eyleme dökmesini bekleyemiyoruz tabi. Ama Jess'in hayatında olmasını, hatta annesi ve diğer sevdikleriyle iyi geçinmesini istiyor.

Jess artık pes edip kasabadan taşındığında Rory okulu ekip yanına gidiyor. "Çünkü veda etmedin." diyerek. 

Beraber geçirdikleri o gün o kadar güzeldi ki Jess'in kasabaya geri dönmesi ve Rory'nin artık bir şeyleri inkar edememesi sonuçlarını doğurdu.

Bu öpücükten sonra tabi ki hemen birlikte olamıyorlar. Rory gizliyor bu olayı ve Jess de başka bir kızla kıskandırmaya çalışıyor Rory'yi. Dean pek zeki bir çocuk olmayabilir ama Rory'nin Jess'e hissettiklerini görmezden gelebilecek kadar aptal da değil. Neticedeee binbir zorlukla bir araya geliyorlar. Rory liseyi bitirmek ve Yale'a gitmek üzereyken. 



Bu yazıyı yazdığım süre boyunca nasıl ayrıldıklarını hatırlamaya çalıştım ama başarılı olamadım. O kadar gereksizce bitirmişler ki demek ki. Jess bir yerlere kayboluyor, Rory artık hayatıma devam etmem gerek diyerek bir Jess'in sadece dinleyip tek kelime etmediği bir telefon konuşmasıyla veda ediyor ona.

‘I think… I think I may have loved you, but I just need to let it go. So, that’s it, I guess. I hope you’re good. I want you to be good, and okay, so, goodbye. That word sounds really lame and stupid right now, but there it is. Goodbye.’

Aradan 1 yıl geçiyor ve Jess Rory'nin karşısına çıkıp onu sevdiğini söylüyor.

Ama tabi ki olmuyor Jess bu sefer temelli gidiyor ve ben de gelmiş geçmiş en sevdiğim çiftlerden birine veda ediyorum. Ara ara Jess'i karşımıza çıkartarak küçük çaplı kalp krizleri geçirmeme neden olan acımasız senaristler, bir daha bu çifti bir araya getirmedi. Öpüştüler, birbirlerine eskisi gibi baktılar ama bir daha asla sevgili olmadılar.

Rory'nin 3 büyük ilişkisi oldu ve bence sadece Jess'e gerçekten, tam anlamıyla, bütün benliğiyle aşık oldu. Ve hala, neden "end up together" olmadıklarının yanıtını istiyorum. 

"It is what it is: you, me."

Tuesday, July 9, 2013

Yazı Dizisi: Dizilerin En Sevilen(Sevdiğim?) İlişkileri. Part-1

Komedi, dram, korku, fantastik HİÇ fark etmez, her dizide romantizm az ya da çok var. Biz kayıtsız kalamıyoruz haliyle. Hatta birçok diziyi sadece barındırdığı mükemmel ilişki(ler) için izlediğim bile söylenebilir.  Aslında çift konusunun ucu bucağı yok. Çünkü fanların dünyası öyle bir yer ki en alakasız, an akla gelmeyecek hatta birbiriyle hiç aynı ortamda bulunmamış kişileri bile yakıştırıp destekliyor çok sevgili fan'lar. O yüzden sadece gerçekleşmiş çiftleri yazmaya karar verdim.
E, başlayalım o halde.

Chandler and Monica (a.k.a Mondler) -Friends


Benden hiç beklenmeyecek bir hareketle ilk çiftimiz Friends'ten. 4. sezonun sonunda başlayan bu ilişkiyi KİMSE beklemiyordu bence. Çok mutsuz bir anında, yabancı bir ülkede onun için her zaman orda olan yakın bir arkadaşına sığındı Monica. Ve orda hayatı boyunca aradığı şeyi buldu.


“I wondered if I would ever find my prince, my soul mate. Then three years ago, at another wedding I turned to a friend for comfort. And instead, I found everything that I’d ever been looking for my whole life. And now…here we are…with our future before us…and I only want to spend it with you, my prince, my soul mate, my friend.” -Monica




Chandler aşk konusunda hiçbir umudu olmayan, mizahı bir savunma aracı oalrak kullanan, hayatında bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kadınla bir ilişki içerisinde bulunmuş bir karakter-di.




Ve AKLIM ALMIYOR bu durumu. Chandler Bing benim için bir adamın olabileceği, hayal edebileceğim en mükemmel eş. Ama Monica olmasaydı, onların ilişkisi olmasaydı aynı şeyi düşünür müydüm bilmiyorum. Belki de bu çifti bu kadar sevmemin en büyük nedeni Chandler'ın içindeki bu harika karakteri ortaya çıkarması.


Bu ilişkiyi en güçlü kılan etken birbirlerinin sadece aşkı değil aynı zamanda en yakın arkadaşı olmaları. Birbirlerinin her zaman her durumda yanlarındaydılar. Hem ilişkileri süresince hem de ondan çok daha önce. Temeli o kadar sağlam olan bir beraberlik ki, mutsuz olmalarına imkan yoktu-olmadılar da zaten. Gerçek hayatta da böyle bence. Arkadaşlıktan aşka dönen ilişkiler diğerlerinden çok daha samimi ve güçlü oluyor. (Kesinlikle sürekli friendzone'landığımdan böyle düşünmüyorum ashjdkfglh) Bir de şeyi çok seviyorum; Rachel-Ross ilişkisi gibi bi' beraberiz bi' değiliz ay çocuğumuz oldu ama biz sadece arkadaşız tarzı olaylarla yormadılar bizi. Hiç ayrılmadılar, evlendiler, çocukları oldu. Ve sonsuza dek mutlu yaşadılar. Birbirlerine olan sevgilerinden hiç şüphe duymadık. Sarı çerçeveli mor kapılı evde yaşlansalardı hepimiz daha mutlu olurduk tabi. 



Neticede birlikte olmaya başladıkları ilk andan itibaren, gerçekleşeceğini 4 sezon boyunca 3. sezondaki bazı imalar hariç neredeyse hiç düşünmemiş olmama rağmen hiç garipsemediğim bu ilişki benim en sevdiklerim arasında. Dünyanın en samimi dizisine yakışan en samimi ilişki.

it just... it fits.





Chuck and Sarah (a.k.a. Charah)


Chuck izlemeye ne zaman başladığımı hiç hatırlamıyorum. Sanki hep vardı hayatımda. Bir parçamdı öyle. Hep de var olacak gibiydi. Final olduğunda da o parçama çok acı çekerek veda ettim haliyle. Hayatımda izlediğim en samimi diziydi sanırım. Aile ortamı, sıcaklık, karakterler, renkler, her şey inanılmaz samimiydi.

Ama en samimi olan şey Chuck ve Sarah aşkıydı.



Chuck Buy More'da çalışan tam anlamıyla bir nerd ve Sarah da duygularından arınmış soğukkanlı bir ajanken tanıştılar. Kimliklerini korumak için sürdürdükleri sahte ilişki, Sarah'ya ilk gördüğü anda aşık olan Chuck için ve bu çiftin gerçekten beraber olmasını isteyen tüm izleyiciler için büyük eziyetti. Sahte öpüşmeler, sahte akşam yemekleri. Ama Chuck öyle bir karakterdi ki o sahteliğin içinde bile Sarah'nın içinde bir şeyler uyandırmayı başardı. Sarah Chuck'a aşık olmamak için çok uğraştı ama yani gayet doğal olarak pek başarılı olamadı. Chuck Bartowski bir kadının hayal edebileceği en mükemmel erkek ve Sarah Walker da bir erkeğin hayal edebileceği en mükemmel kadınken bu çifte "Dream Couple" demek hiç de yanlış olmaz.


İlk öpüşmeleri, ilk gerçek öpüşmeleri bir bombanın patlayacağını düşündükleri andı.  



Chuck gözlerini kapadı ve Sarah onu öptü. Sarah öptü. 




Adım adım Chuck'ın Sarah'yı kendine nasıl aşık ettiğini izledik. Aslında bu doğru bir anlatım olmuyor. Adım adım Sarah'nın kendini nasıl açtığını izledik. Nasıl değiştiğini. Chuck ile değiştiğini. Chuck için değiştiğini.


 



Hani dizi olduğunu filan biliyorsun ama birbirlerine gerçekten aşık gibilerdi. Ben çok inandım yani. Kendimi kaptırmaya çok müsaitim zaten. İnanılmaz tatlılardı ve mutlu sonla biteceğine çok emindik. Özellikle Chuck evlenme teklifi ettiğinde. 




Chuck diz çöktüğünde Sarah "evet" bile demeye gerek duymadı. Çünkü biliyordu. Hayatlarının geri kalanını birlikte geçireceklerini, birbirlerine ait olduklarını biliyordu. Bir öpücük her şeyi anlatmaya yetti. Ve "happily ever after"larına bir adım daha yaklaştılar.




"Chuck, you're a gift. You're a gift I never dreamed I could want or need and everyday I will show you that you're a gift that I deserve. You make me the best person I could ever hope to be and I want to spend and learn and love the rest of my life with you."

"I just don't cut it, I'm sorry, Sarah. How do I express the depth of my love for you? Or my dreams for our future? Or the fact that I will fight for you everyday. Or that our kids will be like little superheroes with little capes and stuff like that? Words can't express that and don't do it justice. They just don't cut it. So no vows. I'll just prove it to you everyday for the rest of our lives. You can count on me."

Ama sonra Sarah'nın hafızalarını elinden, elimizden aldı çok sevgili yazarlar. Neden böyle yaptılar gerçekten çok merak ediyorum. Sinirden ağlamaktan gözleri şişmişti. Ucu açık bir finalle baş başa bıraktılar bizi. Ben o "one magical kiss" ile hafızlarını geri aldığı versiyonu düşünmek istiyorum.

Kırmızı kapılı evlerinde sonsuza dek mutlu yaşadıklarını hayal ediyorum. Yani kısacası Chuck'ın şu çiziminin gerçek olduğunu.

Seth and Summer (a.k.a Sethummer) - The O.C

Kime sorduysam "Dizilerdeki en sevdiğin çiftler hangileri?" diye, sanırım hepsinden Seth ve Summer cevabı aldım. The O.C biteli seneler oluyor ve açıkçası pek hatırlayamıyorum ayrıntıları. Artık hatırladığım kadarıyla yetinmek zorundasınız.........

Arkadaşlar, aranızda bilmeyen varsa; Seth Cohen televizyon tarihinden geçmiş bir ilahtır. Hani sanırım böyle geek'imsi, nerd'ümsü bir karakter yaratmaya çalışmış senaristler ama biraz mükemmelliği fazla kaçırmışlar dolayısıyla HİÇ de inandırıcı olmayan ve hayatımız boyunca erkeklerden beklentilerimizi yüksek tutmamıza neden olan bir karakter çıkmış ortaya.


Seth olmasaydı izlemezdim bence the O.C.'yi (a.k.a. Küçük Emrah Amerika'da). Seth Cohen süper zeki, süper komik, süper kibar, harika bir müzik zevkine sahip bunların yanı sıra ay çok mükemmel oldu dur nerd'leştirelim düşüncesiyle çizgi roman ve playstation sevmesine karar verilmiş asosyal bir karakter. Net olarak bir genç kızın hayal edebileceği bütün özelliklere sahip. Yani en azından benim için öyle. Tamam, böyle bir karakter yarattınız filan anlıyorum da, neden canlandırması için Adam Brody'yi seçiyorsunuz? Öhöm, bunun bir çift yazısı olduğunu iyice unutmadan konumuza dönsem iyi olacak.

Seth ve Summer birbirlerinden o kadar farklı karakterler ki, şiddetle reddettiğim "zıt kutuplar birbirini çeker" felsefesinin doğru olduğuna neredeyse beni bile inandıracaklar. İlk başlarda Seth Summer'a teknesinin ismini "Summer Breeze" koyacak kadar aşıkken Summer Seth'in kim olduğunu bile bilmiyordu. Yalnız şu an fark ettim ki hep erkekler aşık oluyor başta, sonra binbir çabayla kızı kapmaya çalışıyorlar filan. Artık tam tersini izlemek istiyorum biraz da, yetkililer beni duysun lütfen. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, şu an baınca Summer'ın ilk sezonun ilk bölümlerindeki halleri inanılmaz çirkin geldi gözüme (hayır tabi ki kıskanmıyorum). Korkunç bir makyaj mı yapıyorlardı yoksa sonradan aşk filan mı yaradı (Adam Brody ve Rachel Bilson bir zamanlar gerçekten sevgiliydi) bilmiyorum ama ne olduysa iyi ki olmuş. 


İtiraf etmeliyim ki ilk başlarda Summer'ı hiç sevmiyordum. Hatta Anna ve Seth'in birlikte olmasını istiyordum. Anna, Seth'e çok daha uygundu mantık çerçevesinde. Ama sanırım söz konusu aşk olunca hiçbir anlamı kalmıyor kağıt üzeri düşüncelerin. Ayrıca 4 sezon boyunca Summer'ın nasıl büyüyüp harika bir kadına dönüştüğünü gördük. Seth ve Summer çiftinin sahip olduğu o çok özel şey de Anna ve Seth'in asla sahip olamayacağı bir şeydi. 

Çeşitli kovalamacalardan sonra bir şekilde beraber oluyorlar. Ama ben hala sevemiyordum nedense. Summer'ın sevgisinden filan hiç emin değildim mesela. İlk sezonun sonuna kadar koyu Anna'cı olmaya devam ettim asdkfglh 

Tam olarak Seth'in "Acknowledge me now, or lose me forever" resti çektiği bölümde Seth ve Summer çiftini kabullendim. Summer'ın bu "emo geek"le çıktığını herkese ilan ettiği ve herkesin içindeki ilk official kiss'lerinin gerçekleştiği bu sahne inanılmaz tatlıydı. İlerleyen sezonlarda yine aynı masada bu kez Summer'ın Seth'i yanına çağırdığı ama Seth'in "I don't love you any more" diyerek yanına çıkmadığı yürek burkan bir sahne de var tabi. Neyse olumsuz şeylere hiç girmeyeceğim sdjkfgl

İnişleri çıkışları bol olsa da ekranların gördüğü en şirin ilişkiyi gösterdiler bizlere Seth ve Summer. 

Spiderman kiss'leri de orijinalinden daha güzeldi bence eheh sorry Tobey and Kirsten.


Biri beni durdurmazsa sabaha kadar gif ve fotoğraf dolduracağım buraları. Çünkü yazacak pek bir şey yok yani. Birbirlerini çok sevdiler işte. Bu kadar.

Birbirlerinden ayrı oldukları dönemlerde başkaları da oldu hayatlarında tabi. 

Ama gerçekten arkadaşlar, beraber oldukları kişiler bile inanmıyorlardı ilişkilerinin bir yerlere gideceğine. "Meant to be" olayı vardır ya hani. O yani. Başka kimseyle düşünemiyordunuz Seth ve Summer'ı. 

Son sezonlarda yok sen üniversiteye gittin yok ben dünyayı kurtarıcam, yok Marissa öldü falan filan bir sürü olay yaşandı bir ayrılardı bir beraberlerdi falan artık iyice yorulmaya başlamıştım.


Neticede, kötü yazılmış bir dizi senaryonun ışığında Seth ve Summer aşkı aleleacele bir evlilikle filan son buldu. Pek tatmin etmemişti beni ama en azından mutlu bir sonra sahip olduklarını düşünmek müthiş.


Ps: Evet arkadaşlar bu benim hatırlayamamış halim.

Buffy and Angel Spike (a.k.a Spuffy) - Buffy the Vampire Slayer

Öncelikle, çift resmi bulmak çok zordu shdjkfgl çünkü tüm fotoğraflarda ya sevişiyorlar ya da dövüşüyorlar. Bu da zaten nasıl bir ilişkileri olduğunu açıkça gösteriyor. Aslında ilişki de denemez tam, Buffy sürekli inkar halindeydi ama kesinlikle burda olması gereken bir çift Spuffy. Çünkü gerçekten tam anlamıyla EPIC'tiler. Bu yazıyı yazacak olmak bile heyecan veriyor bana şu an.
Buffy the Vampire Slayer'ı izlememiş olanlar varsa bence okumasın ve hemen gidip izlemeye başlasın. Çünkü çok rahat izlediğim en iyi 10 dizi arasına girebilir bu dizi. 


Spike diziye 2. sezonda kendi deyişiyle kasabanın "the Big Bad"i olarak katıldı. Buffy için öldürülmesi gereken bir başka vampirden fazla bir şey değildi. Spike vampir olmadan yani Spike olmadan önce annesiyle yaşayan tatlı, İngiliz bir şair William'dı. Vampir olduktan sonra ise platin saçları ve sadistliğiyle herkese dehşet saçan ruhsuz bir canavar. Yani, o öyle görüyordu eheh.


Spike dizinin tartışmasız en mükemmel karakteriydi bence. En sağlam espriler hep ondan çıkıyordu. Hatta konuk oyuncu olarak gelmesi planlanmış ancak aşırı sevildiği için devamlı karakter yapmışlar. Her neyse, 4. sezona kadar bir görünüp bir kaybolan Spike, 4. sezondan sonra devamlı karakter oluyor. Kafasına taktıkları çip yüzünden insanlara zarar veremiyor. En azından dayanılmaz bir acı çekmeden. Bazen birilerine o kadar çok yumruk atmak istiyor ki o acıyı bile göze alıyor çünkü. Ve bu kişi genelde Buffy oluyor sdjfkg
  

İlk sezonlarda yüzyıllardır sevdiği, TAM ANLAMIYLA psikopat olan Drucilla ile beraberdi Spike. Buffy ise ilk aşkı olan Angel ile. Angel mı Spike mı tartışmaları çok yapıldı, ben bu karşılaştırmayı en sonra saklıyorum.


İnsanlara zarar veremeyen Spike, şiddet dürtüsünü yatıştırmak için Buffy ve tayfası yani onların deyişiyle Scooby Gang ile çalışmaya başlıyor. Kendi türünü avlamaya!

Ve bütün Spuffy olayları 5. sezonda Spike'in gördüğü erotik bir rüyayla başlıyor. Birbirlerinden ölesiye nefret eden iki insan(?)ın arasında oluşan sexual tension, Spike'ın Buffy'ye takıntılı hale gelmesine sebep oluyor.

Spike kendini Buffy'ye fark ettirebilmek için değişik yöntemlere başvuruyor. Kapılar açıyor, içki teklif ediyor, dans edelim mi diyor. Buffy'nin haberi olmadan bir date'leri oluyor filan. Buffy de buna anlam veremiyor doğal olarak.


En sonunda açık açık ona karşı bir şeyler hissettiğini söylüyor Spike ve Buffy dehşete düşüyor. Ne saçmalıyor Spike? O bir vampir! Bir canavar! Ruhu yok. Kimseyi sevemez, sevmeyi bırak HİÇBİR ŞEY hissedemez! Hissetse bile.. Spike mı?! Ew.

Buffy daha önce de bir vampirle beraber oldu. Angel. Ama o, ruhunu taşımakla lanetlenmişti. Aynı şey değildi. Angel hissedebiliyordu, Angel sevebiliyordu. Spike değil. Eh, sanırım daha fazla yanılamazdı Buffy.


Spike ve Buffy birbirine inanılmaz benziyorlardı ve kimse Buffy'yi Spike'ın anladığı kadar ya da Spike'ın Buffy'yi anladığı kadar anlayamazdı. Aralarında inanılmaz bir bağ vardı. Ama yine de Buffy hep inkar etti. Hep Angel'la yaşadığı o ilk tatlı masum aşka sarıldı, Angel gitmiş olmasına rağmen. Çünkü Angel'layken hayatının en mutlu dönemindeydi. Spike varken yaşadıkları ise hiçkimsenin kaldıramayacağı şeylerdi. O yüzden en son bölümde bile Angel geldiğinde gidip onu öpüyor. Çünkü Angel, dönmek istediği o günlerin temsilcisi.

Bu benim en sevdiğim Spuffy sahnesi. 5. sezonda Spike yetti artık be diyerek elinde tüfekle Buffy'yi öldürmek için yola çıkıyor ve merdivenlerde onu ağlarken gördüğünde neye uğradığını şaşırıp tüfeğini bırakıyor ve yanına oturuyor. Sırtını sıvazlayıp hiçbir şey demeden öylece oturuyor. 


Yavaş yava düşmanlıktan partnerliğe, ordan da güvene dönüşüyor ilişkileri. Çünkü Spike ne olursa olsun Buffy için hep orda oluyor. Spike gerçekten aşık oluyor Buffy'ye. Hem de ruhu olmamasına rağmen.

5. sezon finalinde, Buffy herkes için kendini feda ettiğinde kardeşini ve arkadaşlarını Spike'a emanet ediyor. Spike'ın herkesin içinde oturup ağlaması beni yıkmıştı. Sevdiği kadın öldüğü için. Onu kurtaramadığı için. Ruhu yok filan diyorduk di mi. Hıhı.


Buffy mezarından çıktığında, cennetten koparıldığında Spike'ın onu ilk gördüğündeki bakışlarından bile Spike'ın Buffy'yi ne kadar sevdiğini görebiliriz.

Geri dönüyor Buffy ama bir şeyler yanlış. Eksik.  Mesela Spike artık ona canı yanmadan zarar verebiliyor. Ve aşk ve nefretin getirdiği sexual tension'la kavgaları sevişmelere dönüşüyor. 6. sezonda ilk gerçek öpücüğü paylaşıyorlar. Once More, With the Feeling adlı en sevdiğim Buffy bölümlerinden birinde.

Buffy hep yaşadığı travmaları, dünyanın bütün yükünün omuzlarında olmasını falanı filanı bahane ederek Spike'a olan hislerini hep reddetti. Herkesten sakladı. Buffy son sezona kadar Spike'ı HEP kullandı. İnanılmaz sinir bozucu bi' durumdu bu.
Ve geldik, Spike'ın 7 sezon boyunca pişmanlık duyduğu tek olaya. Buffy'ye tecavüz etmeye çalışmasından bahsediyorum. Hemen ardından ruhunu almaya gitti zaten. Ki bu öyle aa, ruhum bir yerlerde, gidip alayım bari tarzında bir şey değil. Gerçekten büyük sınavlardan ve eziyetlerden geçti. Sonunda başardı.

Bir süre kendine gelemiyor Spike. Aklını kaçırıyor. Ruhunu kesip çıkarmaya filan çalışıyor. Ama sonunda kendini toparlamayı başarıyor. 

7. sezonun sonuna ve aynı zamanda dünyanın sonuna geldiğimizde Buffy artık pes etmek üzereyken devam etmesini sağlayan tek şey Spike'tı. Spike'ın ona olan aşkı ve inancı.

I've been alive a bit longer than you, and dead a lot longer than that. I've seen things you couldn't imagine, and done things I'd prefer you didn't. I don't exactly have a reputation for being a thinker; I follow my blood, which doesn't exactly rush in the direction of my brain. So I make a lot of mistakes. A lot of wrong bloody calls. A hundred plus years, and there's only one thing I've ever been sure of. You. Hey, look at me. I'm not asking you for anything. When I say I love you, it's not because I want you, or because I can't have you - it has nothing to do with me. I love what you are, what you do, how you try... I've seen your kindness, and your strength, I've seen the best and the worst of you and I understand with perfect clarity exactly what you are. You're a hell of a woman. You're the one, Buffy.


Tıpkı aynı şekilde Spike'ın devam etmesini sağlayanın Buffy olması gibi. Dediğim gibi, birbirlerine inanılmaz benziyorlar ve birbirlerini kimsenin anlayamayacağı gibi anlıyorlar.

Yukarıdaki konuşmanın olduğu gece birbirlerine gerçekten bağladıkları geceydi bence. 

Bütün problemleri yetmezmiş gibi Angel geliyor bir de. Ama Buffy erkek arkadaşı olmasa da "He's in my heart" diyerek Angel'a açıkça bir şeyler hissettiğini söylüyor Buffy. Tabi ki hala Spike'a seni seviyorum demiş değil.

Angel dünyayı kurtaracak olan madalyonu Buffy'ye veriyor ve onu sadece bir "şampiyon"un takabileceğini söylüyor. Spike bunu duyduğunda elini geri çekiyor ama Buffy gidip ona veriyor madalyonu. Nasıl heyecanlandığımı hatırlıyorum hala.

Ama kolyeyi kullananın başına neler geleceğini bilmiyordum tabi ki. Spike Buffy için, onun sevdikleri için ve dünyayı kurtarmak için kendini feda ediyor. Tıpkı Buffy'nin 5. sezonda yaptığı gibi.

Sunnydale çöküyor, Buffy Spike'a veda ediyor.

Ve tam o anda Buffy Spike'ı sevdiğini fark ediyor. Biraz geç değil mi sence de Buffy? Ah be Buffy.

Ve söylüyor. Spike da Buffy'nin seneler önce ona verdiği cevabı veriyor Buffy'ye. Gerçekten inanmıyor mu yoksa çok geç kaldıkları için inanmak istemiyor mu yoksa sadece onun verdiği cevaba atıfta bulunmak için mi böyle diyor asla bilemeyeceğiz sanırım. Ardından, arkasında gözü yaşlı beni ve Buffy'yi bırakarak ölüyor. 

6. sezondaki iğrenç seksüel olaylarda Spuffy'nin bütün saflığını yitirmesi çok üzücüydü ancak 7. sezonda Spike kefaretini ödemiş, aşkını kanıtlamış ve kimse yokken Buffy'nin yanında olmuşken Buffy de herkes şüphe ederken Spike'ı savunurken her zamankinden güzel bir çift oldu Spuffy. Gerçekten aşık olduklarına inanıyorum birbirlerine. Elleri birleştiğinde ortaya çıkan alevler kadar gerçek. Ekranların en mutlu hüzünlü sonuydu onlarınki.

I thought this was a sort of romantic image, the two of them. We actually did it with real fire, but their hands were all gelled up and you could tell, so this was added in CGI and it looks beautiful. I thought it was a nice comment on their relationship. But what I basically told [Sarah and James] was: “Play the romance. Be proud of him. Love him when you say you love him. Love her when you say she doesn’t love you. Forget about the crumbling world. For that period of time, it doesn’t exist.” It’s a cinematic trick, but it’s a necessary emotional one. — Joss Whedon (“Chosen” Commentary)


Yazıyı çok fazla uzattığımın farkındayım ama öyle olaylı bir birliktelikti ki anlatmak da aynı derecede zor oldu. Hala hiç girmediğim tonlarca mesele var. Buffy ince mizahı ve metaforlarıyla ünlü bir diziydi. Burda ben senelerce konuşsam da anlatamam. Ama çok güzel ühühü. Ayrıca o kadar büyük bir hayran kitlesi var ki birkaç kez tumblr'ın derinliklerinde kayboldum.

Son olarak neden Angel değil de Spike?

Öncelikle karakterlerin derinliklerine girmeden, James Marsters (Spike) David Boreanaz'den (Angel) çok daha karizmatik bir adam. Eşi benzeri olmayan elmacık kemikleri, platin rengi saçları ve İNANILMAZ GÜZEL gözleriyle çok değişik bir havaya sahip. Eriyorum adamı görünce.
Karakterlere bakarsak; Angel'ın ruhu vardı, ancak bir lanet sonucu taşıyordu ruhunu. Yüktü. Zorunluluktu. Ruhunu kaybettiği saniyede Buffy'yi öldürmeye çalıştı. Ama Spike ruhu olmamasına rağmen sevdi Buffy'yi. Ve Buffy için ruhunun peşine düştü. Ruhu için SAVAŞTI. Ve Buffy'yi sonuna kadar hak etti. Ayrıca Spike Angel'dan daha ilgi çekici ve komik bir karakter. Angel sahnelerinde gerçekten sıkılıyordum. Buffy'nin neden Angel'ı inatla unutamadığından bahsetmiştim. Hayatının en dertsiz tasasız, en mutlu döneminde beraberdi Angel'la. Spike varken de hayatının en mutsuz, en umutsuz dönemindeydi. Ama bir şekilde Spike ve Buffy birbirlerine güç verdiler. Düşman, müttefik, arkadaş, seks partneri, aşık, bir çok şey oldular. Herkes Buffy'nin Spike'ı nasıl daha iyi biri yaptığından bahsediyor ama bence Buffy Spike'ı ne kadar değiştirdiyse Spike da Buffy'yi o kadar değiştirdi. İkisi de insan olmaktan çok uzakken hayatın, yaşamanın değerini birlikte anladılar. "Yaşayacaksın" demişti Spike Buffy'ye ve en son sahnede Buffy eskiden Sunnydale'ın olduğu yere bakarken Dawn soruyor, "Şimdi ne yapacağız?" ve Buffy sadece gülümsüyor çünkü cevabı biliyor. Yaşayacaklar.

---

En hassas olduğum şey dizilerdeki çiftler sanırım. Bu yazıya başlarken bu kadar uzun süreceğini kestirememiştim ancak kendimi durduramadığım için en az bi' 5-6 part yazacağım gibi görünüyor. Umarım zevk alırsınız ilk "yazı dizim"den. 

Allons-y.