Wednesday, July 24, 2013

Yazı Dizisi: Dizilerin En Sevilen(Sevdiğim?) İlişkileri Part 2

Bu yazıya stajdayken başlıyorum. Resmen mesai saatleri içinde. İç mimarlık alanında değil, radyo sinema televizyon'da yapıyorum sanki stajı....... 
Hiç laf kalabalığı yapmadan listeme devam ediyorum. Bundan sonra da yine bir tür 'ilişkiler' ile ilgili bir yazı var aklımda ve o yazı için çok heyecanlıyım çünkü diziler hakkında en sevdiğim şey o.
Öhm, işte sevilen diğer çiftlerimiz.

Olivia and Peter (a.k.a Polivia) - Fringe


Birlikteliklerinin değerini ve birbirlerine olan sevgilerinin miktarını kelimelerimle asla yeterince ifade edemeyeceğim bir beraberlik Peter ve Olivia'nınki.
Olivia Dunham izlediğim en harika kadın karakterlerden biri. "Dunham" diye telefon açması bile cool kadının. Peter'sa.... Peter işte :')
İtiraf etmek gerekirse ilk başlarda bütün shipper genlerime ters olarak pek fazla heyecanlandırmıyordu beni bu ilişki. Yani çok fazla tahmin edilebilir ve beklendikti. Birbiriyle romantik bir ilişkisi olmayan iki çekici başrol karakterini izlemek ilginç olabilirdi. Çünkü genelde tüm bu karakterler birbirine aşık olur, bildiğiniz üzere.
Ama Fringe hiç beklemediğim bir yönde ilerlemeye başladı sezonlar geçtikçe. Fringe için asla tahmin edilebilir ve beklendik kelimelerinin kullanılamayacağını gösterdi yazarlar. Karakterlere o kadar bağladım, öyle güçlü bir sevgi bağı kurdum ki onlar birbiriyle aile oldukça aynı zamanda benim de ailem haline geldiler.
Bilimkurgu ve benzeri türde yapımlarda çoğu şeyin sevgiye bağlanması bazı insanları rahatsız etse de benim gibi en sevdiği kabiliyeti hissedebilmek olan birini hiç ama HİÇ rahatsız etmiyor. Ve rahatlıkla söyleyebilirim ki Fringe tamamen sevgiyle alakalı bir dizi. Özü o en azından.


“Fringe is a love story about a man who loved a boy so much he broke the universe to save him, and it’s about that boy learning to love a man he grew up hating. It’s about two people drawn together by forces that transcend worlds, and falling in love. It’s a story about love strong enough to break the world, and strong enough to heal it.”



En başa dönersek...



Peter, Olivia ve Walter (onu ayrı tutamıyorum çünkü evren(ler)deki en büyük Peter Olivia shipper'ı Walter bknz: sıradaki .gif) kaderin(aynı zamanda dizinin diğer özü ksdlfşg) büyük bir cilvesiyle ilk bir araya geldiklerinde hepsi derin yaraları olan ve saracak kimsesi olmayan insanlardı. Olivia zaten malum nedenlerden kendini bütün romantik yollardan kapamıştı ama Peter'ın Olivia'dan ilk gördüğü anda etkilendiğini düşünmeyi seviyorum.



Birbirlerini tamamlayan zekaları ve yetenekleriyle dünyayı defalarca kurtaran, bir sürü felaketle, ölümle karşı karşıya kalan ve geçirdikleri her gün hayatlarını riske atan iki insanın birbirine duydukları güven sonunda profesyonel bir ilişkiden daha fazlasını istediklerini fark etmelerini sağladı. Peter, Olivia'nın insanlarla arasına koyduğu duvarı tuğla tuğla yıktı ve karanlık geçmişine gömüldüğü her an onu ışığa çıkarmak için oradaydı. Olivia ise Peter'la Walter arasındaki köprünün ta kendisiydi.



Aralarında yeşermeye başlayan duyguların olduğu zamanlarda Olivia Peter'ın başka bir evrene ait(a.k.a. ayrı dünyaların insanı)(teknik olarak iç içe dünyaların?) olduğunu öğreniyor ve Walter'ın "Peter öğrenmemeli" ricası üzerine bunu ondan saklıyor. Ama tabi ki ortaya çıkıyor bu ve olaylar gelişip Walternate'in koca bir evreni yok etme planlarıyla savaşlarına getiriyor bizi. Olivia'nın ilk defa başka birini kendine tamamen açmasına neden olan savaşa. Peter ait olduğu evrenin diğer evren olduğunu savunuyor ama Olivia'mız diyor ki... Senin yerin benim yanım.


Fringe'in en güzel anlarından biriydi. Peter da geri dönüyor tabi bu konuşmanın üzerine. Ama bu sefer de Olivia diğer tarafta tutsak alınıyor ve yerine Fauxlivia dediğimiz diğer evrenin Olivia'sı geçiyor. Peter onu Olivia sandığı için onunla mutlu bir ilişkiye adım atan da Fauxlivia oluyor. Onlar bu ilişkiye adım atarken ben de bilgisayarı pencereden dışarı atıyorum.

Olivia geri dönüyor, Geri dönmek için sürdürdüğü savaşın tek dayanağı Peter'ken onun Fauxlivia ile yaşadığı ilişki inanılmaz acıtıyor canını. Birkaç bölüm saklasa da sonunda "Nasıl onun ben olmadığımı anlayamadın?" diyerek artık onunla bir şey yaşamak istemediğini dile getiriyor. 
Olivia ve Peter yavaş yavaş tamir ediyorlar ilişkilerini. Bu arada da Fauxlivia'nın Peter'dan çocuğu oluyor. Henry.
Olivia ve Peter Henry'nin varlığından habersiz olarak mutlu olmaya yaklaşabildikleri kadar yaklaşıyorlar. Neticede 3. sezonun sonunda Peter 2026'ya seyahat edip geri dönüyor ardından da yok oluyor. *observer mode on* Teknik olarak yok olmuyor. Çünkü hiç varolmadı :S *observer mode off*
                                                        
Bir şekilde geri geliyor Peter (obviously). Olivia ve diğerleriyle hiç tanışmadığı bir timeline'da, hatırlanmaması gereken bir timeline'da olmasına rağmen Olivia ve Walter'ın hatıralarının bir şekilde geri dönmeye çalıştığını görüyoruz.

Neden ve nasıl olduğunu anlayamadıysanız buyrun, September açıklasın size. 
“I have a theory based on a uniquely human principal, I believe you could not be fully erased, because the people who cared about you could not fully let you go. And you could not let them go. I believe you call it… love.
"Eşsiz insan kökeni hakkında bir teorim var, tam olarak silinemedin çünkü seni önemseyen insanlar tamamen yok olmana izin vermedi. Aynı şekilde sen de onların yok olmasına izin vermedin. Sanırım siz buna... sevgi diyorsunuz."

Tüm anılar geri gelmiş, her şey yoluna girmişti.


Olivia Peter ilişkisinin en tatlı olduğu dönem 4. sezon dönemiydi. Her diyalogda eriyordum resmen. 5. sezon ise artık onların sevgisi üzerine sevgi olmadığının kanıtıydı. İki insan mutlu olunca durumla tamamen alakasız başka bi' insan niye deliler gibi heyecanlanır, bana bunu açıklayın :(( Neyse, 4. sezon sonunda Olivia'mızın hamile olduğu haberini alıyoruz. :')


Sonra istila oluyor, kızlarını (adı tabi ki Henry'nin dişi versiyonu olan Henrietta) kaybediyorlar, Peter observer oluyor, düzeliyor, çocuklarını buluyorlar, bu sefer Olivia ortalıkta olmuyor, sonra hepsi bir araya geliyorlar. Ardından... kızlarını yine kaybediyorlar. 


Başlarından geçen olayların zorlukları kimsenin kaldırabileceği seviyede değil. Birbirlerine sahip olmaları en büyük güçleriydi. Çünkü onlar bir aileydi, "aile onlar için çok önemliydi ve aile için yapamayacakları hiçbir şey yoktu."



“Sometimes the world we have is not the world we want. But we have our hearts and our

imaginations to make the best of it.”


Final ise gözlerim patlayana kadar ağlamama rağmen beni hayal kırıklığına uğratan bir final değildi. Olivia ve Peter'ın kızlarıyla birlikte mutlu bir sona ulaşmasını görmek harikaydı. Hak etmediklerini kimse söyleyemez. Ama Walter'sız asla tam olamayacakları da bir gerçek. Finaldeki beyaz lalenin kafaları karıştırması da tam bir Fringe son saniyede kaşları kaldırma sahnesiydi. 
Karakterlerin adım adım birbirlerini ne kadar değiştirdiklerini, nasıl birlikte birbirleri içinde büyüdüklerini görmek en sevdiğim şeylerden biri. İşte Fringe tam olarak buydu. İzlediğim tüm diziler arasında en değerlilerdendi, mükemmeldi, güzel bitti, gülümsenerek hatırlanacak. Eh, arada gülümserken birkaç damla da yaş dökülebilir tabi.

Sawyer and Kate Juliet & Desmond and Penny - Lost



Lost'un final sezonunun son yarısını hala izlemedim. Neden izlemedim ve ne zaman izleyeceğim bilmiyorum ve en son izlediğimin üzerinden de çok fazla zaman geçti ama bu çiftler burada olmalı dedim. 

Kate bence serinin en sevilmeyecek karakterlerinden biri. Kararsızlığı ve sıkıcılığıyla illallah ettirmişti. Bu konuda tepedeki isimse Jack. Yani Jack ve Kate shipliyorduysanız, üzgünüm ama hiç üzgün değilim.
Sawyer, diğer yandan, Jack'ten çok daha ilgi çekici bir karakter. Sezonlar boyunca karakterinin bir çok katmanını görüyoruz yavaş yavaş. Aslında çok orijinal bir fikir değil takdir edersiniz ki, sinir bozucu bir "kötü çocuğun" aslında altın gibi bir kalbi olması(azıcık abartmış olabilirim) ve bir kahramana dönüşmesi(bunu kesinlikle abartmıyorum). Ama insanları sevdiren karakterlerindeki küçük ayrıntılar değil midir? 
Jack ise olabildiğince düz. Her zaman doğru olanı yapmaya çalışan, "so called" asil lider. Yani bir nevi, Jack Cyclops ise Sawyer da Wolverine.


Ayrıca aklıma geldi, saçının önündeki şu saçma sapanlığa takılmadan hiçbir sahnesini izleyemezdim. Sinir oldum yine durduk yere. Konumuza geri dönmeye çalışacağım şimdi..... gözlerimi alabilirsem........



Sawyer ve Kate (a.k.a. Skate) televizyon tarihinin en güzel flört sahnelerinin başrolleri, evet. Hafızalardan asla silinmeyecek bazı sahneleri var. En son yıllaaar yıllar önce izlememe rağmen hatırlayabiliyorum ki bu benim gibi hafızası en fazla 20 saniye dayanan biri için mükemmel bir şey.



Aşk ve nefret arasında gelip giden oldukça... mmm... şehvetli ilişkileri 4. sezonda James'in Kate sağ salim varabilsin diye kulağına bir şeyle fısıldayıp veda öpücüğünü vererek helikopterden atlamasıyla sona eriyor. Bu da Sawyer'ın Juliet'le olan ilişkisinin başlangıcına götürüyor bizi. 



Kate ve Sawyer beni heyecanlandıran bir ilişkiydi ancak bu çift hiçbir zaman Juliet ve Sawyer'ın (a.k.a Suliet) sahip olduklarına sahip olamayacaklar.

Juliet sakin ve huzur veren karakteriyle dizide ilk göründüğü andan itibaren kendini sevdirdi. Güçlü, zeki ve korkusuz oldu hep ve hiçbir zaman bencil değildi. Hatta arada biraz kendisini de düşünseydi keşke. Kate'i 3'le çarpıp 8'e bölebileceğini hatta üzerine başka şeyler de yapabileceğini ama coolluğundan yapmaya gerek görmeyeceğini düşünüyorum. 

Bunu çok söylüyorum ama, Juliet ve Sawyer da ilişkileri boyunca birbirini değiştiren çiftlerden. Ama sanırım doğrusu bu. Bunu istiyor insan gerçekten ait olduğu kişiyi bulunca. Onun için her zaman en iyi yönünü ortaya çıkarmayı. Juliet Sawyer'ın düşünceli ve zeki yönünü ortaya çıkardı; Sawyer ise Juliet'in duygusal yönlerini. Bütün o Juliet/Jack/Kate/Sawyer döngüsünde, karmaşasında tek gerçek aşk onlarınkiydi.


Entertainment Weekly bu ilişki için "dizinin Chandler ve Monica'sıydı" demiş. DAHA FAZLA KATILAMAZDIM. Aynı onlarınki gibi yavaş ve emin adımlarla kuruldu aralarındaki bağ. 


Ve dizide öldürülmeyi bekleyen 4, 8, 15, 16, 23, 42 karakter varken Juliet herkesi kurtararak ölüyor. Lost'un en yürek burkan (ne biçim terimler kullanıyorum ya) sahneleriydi. Juliet düşerken birbirlerini sevdiklerini söylemeleri, 

Juliet'in düştükten sonra kanlar içinde bombayı patlatmaya çalışması

ve Juliet'in Sawyer'ın kollarında can vermesi :'((


I cried when I read it. I had to memorize that without thinking about it because as an actor you don’t want to get overly involved before you get on stage, so I just had to do it line by line, and I went in and Josh and I both didn’t rehearse, we didn’t do anything. It was a beautiful scene. Damon writes some of the most beautiful love scenes I’ve ever seen. It was amazing. — Elizabeth Mitchell


Ve sonra James diyor ki, "I was gonna ask her to marry me."

Tumblr'dan anladığım kadarıyla finalde bir araya gelmiş ve her şeyi hatırlamışlar. İzlemememe rağmen .gif'leri görmek bile ağlatıyordu nerdeyse.


Şimdi geçiyoruz Lost'un en güzel ikinci çiftine.

Juliet ve Sawyer kalbimi çalana kadar en sevdiğim çift buydu. Desmond ve Penny. Ve itiraf etmek gerekir ki aşkları Juliet ve Sawyer'ınkinden daha büyüktü.

Suliet'i daha çok sevmemin nedeni ise, Desmond ve Penny çiftinin her sahnesinde ağlıyor olmam ashjdfklg Bi' insanın üzerine bu kadar gelinmez arkadaşlar. 


İtiraf etmeliyim ki şu an ne zaman ne oldu pek bir araya toplayamıyorum şu an. Zaten Lost izlerken beynim pudinge dönüyordu. Üstelik Desmond'ın hikayesindeki zaman kavramı ise oldukça karışık bildiğiniz gibi. 

Desmond herkesi favori karakterlerinden biriydi. Her şeyden önce "iyi" bir adamdı.

Adaya yaşadığı yıllar boyunca ayrı düştüğü Penny'sine kavuşma çabaları içine giriyor hep. Penny'nin babası, dharma, "the others", önlerine çıkan hiçbir şey bir şey engelleyemiyor birbirlerini arayışlarını. Hatta zaman kaymaları ve fizik kuralları bile. 
Penny'nin Desmond'dan umudunu hiçbir zaman kesmemesi hatta Desmond'ın ne zaman ve nasıl pes etme kıyısına geleceğini bilip dünyanın en güzel cümlesini içeren mektubu Desmond'ın nereye bakacağını bilerek oraya koyması "bu kadar da büyük aşk olmaz, yeter" dedirtmiyor mu? 

"Dearest Des,

I am writing this letter to you as you leave for prison. And I’ve hidden it in the one place you would turn to in a moment of great desperation.
I know you go away with the weight of what happened on your shoulders. And I know the only person who can ever take it off is you. Sorry to be so dramatic, but these are dramatic times, are they not?
Please don’t give up, Des. Because all we really need to survive is one personwho truly loves us. And you have her.
I will wait for you. Always.
I Love you, Pen"

Televizyon tarihinin en etkileyici sahnelerinden bazıları bu çiftle ilgili. Sürekli bir korkak olduğundan bahseden ama kimsenin başaramadığı kadar cesur ölen Charlie'nin boğulurken eline yazdığı "not Penny's boat" yazısını göstermesi

Ve Desmond'ın Penny'ye -sonunda- ulaşabildiği ilk sahne. 




Yüzlerine bakar mısınız? Hiçbir zaman birini bu kadar çok sevecek ve aynı derecede çok sevilecek kadar şanslı olabilecek miyiz sizce? 

Sawyer'ın helikopterden atladığı, Oceanic 6'in kurtulduğu bölüm olan There's No Place Like Home'da kavuşuyorlar birbirlerine. Bu yazıyı ne kadar sürdürebilirim bilmiyorum. Daha önce de dediğim gibi HEP ağlatıyorlar. Every. Single. Time.



Bu arada çocuklarının adını da Charlie koyuyorlar bildiğiniz üzere. Ben daha ne diyim. 




"Look. Right out there. Beyond where you can see, there’s—there’s an island, and it’s a very special island. I left it a long time ago. I never thought I’d see it again. It’s called Great Britain. And the most beautiful part of the island is Scotland, and that’s where your daddy’s from. There’s mountains and glens and monsters in deep lochs, and… and it’s where your mummy and daddy… fell in love."




Lorelai and Luke & Rory and Jess - Gilmore Girls



GG derken siz Gossip Girl'ü kast ediyor olabilirsiniz ama benim aklım hep Gilmore Girls'e gidiyor. Ortaokuldayken Cnbc-e sayesinde tanıştığım bu dünyalar tatlısı dizi sıradanlığın aslında ne kadar ilgi çekici olabileceğini gösterdi bana. Güzel bir kasaba, anormal derecede hızlı konuşan güzel insanlar ve olabildiğince dramasız geçen günler. 

Diziler genelde ideal eş-sevgili örneklerini gösterir ancak Gilmore Girls -bunu yapmıyor demiyorum, ayrıca bir de- dünyanın en özenilesi anne-kız ilişkisini gösteriyor bize. İzleyip de "Lorelai gibi annem olsun ya" demeyen biri yoktur herhalde.
Luke ve Lorelai televizyonların gördüğü en uyumlu çiftlerden biriydi. Aynı zamanda mahvedildiğine en çok üzüldüklerimden biriydi. Zaten Gilmore Girls oldukça tutucu, muhafazakar bir diziydi ama son sezona kadar çok fazla rahatsız etmiyordu. 7. sezonu hiç yaşanmamış sayıyorum. 


Luke ve Lorelai arasındaki kimya ilk bölümün ilk sahnesinden kalbimizi çalmıştı. Kahve bağımlısı zeki ve çekici bekar bir anne olan Lorelai Gilmore ve huysuz ama altın kalpli bir kafe sahibi, Luke Danes. 

Yemek yapma konusunda sadece talihsiz deneyimlere sahip olan Lorelai ve kızı Rory her gün Luke's Diner'dalar. Bzen yemek, bazen Luke'un lezzetli kahvesi için. 


Normal bir diyalog asla geçmiyor aralarında. Ben hayatımda bu kadar güzel atışan başka iki insan görmedim. Beraber geçen her sahne "Birbiriniz için yaratılmışsınız, ne bekliyorsunuz?!" dedirtiyordu.

Ama neden olmadığını açıklayayım ben size. Kadınlar! Hangimiz gözlerimizin önünde duran mükemmel erkeğin farkına vardı ki? Tamam, hiçbirimizin hayatında bir Luke Danes yok o kadar da kör değiliz ama işte ne demek istediğimi anladınız. Lorelai zeki bir kadındı ama erkekler konusunda öyle aptal oluyordu ki ağzına ağzına vurasım geliyordu. Sezonlar boyunca birçok date'i oldu, Rory'nin babasıyla ara ara "fling"leri oldu ve Luke kenardan izledi hep. Onun hayatında nerdeyse kimse olmadı. Olduğunda da Lorelai'ın aklı başına gelmişti zaten.


Açıkçası bakan herkes Luke'un Lorelai'a aşık olduğunu görebilirdi rahatlıkla. Hatta Lorelai'ın annesi onları birlikte bile sanıyordu. İkisi bu kadar inat olmasaydı birlikte olmak için 5 sezon beklerler miydi merak ediyorum.

No one has ever made me something quite this disgusting before, I thank you

Luke, Lorelai ve Rory için hep ordaydı. Hatta bir keresinde Lorelai "Luke'u kiralamaya bayılıyorum" gibi bir cümle kurmuştu. Ne zaman başları sıkışsa koştukları ilk kişi Luke oldu hep. Rory'nin hayatında eksik olan baba figürünü doldurmakta hiç zorlanmadı. Gerçek babasından daha çok babaydı yani.
Her neyse. En sonunda Luke dayanamıyor ve adı konmayan ama bir arkadaşlıktan daha fazla olan ilişkilerinin ilerlemesi için bir şeyler yapıyor. 
İlk öpücükleri bir "shut up kiss" idi. Tam da onlardan beklenecek bir şey değil mi?

Attığım SONUNDA BEEEEE çığlıklarını hala hatırlıyorum. 
Sevgili olmaya başladıktan sonra ilişkilerinde pek bir şey değişmedi aslında. 


Yıllardır sevgililermiş zaten. Sadece shipper kalplerimize iyi gelecek tatlı tatlı sahneler eklendi.

Evet bu tatlı bi sahne. Problem mi var?
Ama benim için en güzel Luke & Lorelai sahnesi Luke'un 8 yıl önce, ilk kez tanıştıkları zamanı anlattığı ve bütün ciddiyetiyle -ki bu nadiren gerçekleşir- kendini açtığı sahne.


"İlk tanıştığımız anı hatırlıyor musun?" diyor Lorelai. "Luke's Diner'da olmalı değil mi?

"Luke's'daydı, öğle yemeğiydi, yoğun bir gündü. Sonra biri bir kafein krizinde kalabalığı parçalayarak geldi. Ben bir müşteriyle ilgileniyordum. Aramıza girdi, gözü kararmış bir şekilde kahve için yalvardı. Ben de ona sırasını beklemesini söyledim. Sonra beni takip etmeye başladı, dakikada bir mil konuşarak. En sonunda ona döndüm, sinir bozucu olduğunu oturup çenesini kapatmaısnı ve sırası geldiğinde ona bakacağımı söyledim." diye anlatıyor Luke.
"Eminim bunu gayet iyi karşılamıştır, çok hoş birine benziyor."
"Bana doğum günümün ne zaman olduğunu sordu, söylemedim. Konuşmayı kesmedi, pes ettim ve söyledim. Sonra gazetenin astronomi kısmını açtı ve bir şeyler yazdı, kopardı, bana verdi. Elimdeki kağıda baktım, akrep kısmının altında şöyle yazıyordu: 'Bugün sinir bozucu bir kadınla tanışacaksın. Ona kahvesini ver, başından gidecektir.'"
"Ama gitmedi."
"Bana o fala uymamı, cüzdanıma koyup yanımda taşımamı söyledi. *cüzdanından bir kağıt parçası çıkarır* bana şans getireceğini söyledi."
"Vay be, kahve için her şeyi söylerim. Ah, sakladığına inanamıyorum. Bunu cüzdanında mı taşıdın? Bunu cüzdanında taşıdın."
"8 yıl."
"8 yıl."

Şimdi, yeryüzündeki hangi kadın Luke'u hak eder söyler misiniz bana? Dünyanın en ince ruhuna sahip değil belki. Ama iyi bir adam. Hayatın boyunca güvenebileceğin, sırtına yaslayabileceğin mükemmel bir "eş". Ve imzası haline gelmiş gömlekleri, kafasından hiç çıkarmadığı şapkalarıyla inanılmaz yakışıklı değil mi ya. Ayrıca istediğinde gayet de romantik olabiliyor, yapış yapış olmadan. Kadına buz pisti inşa etti. Daha ne yapsın. Onu mutlu görmek için yapmayacağı şey yok.

Dizilerde filmlerde güzel ilişkiler izleriz ama oyuncular ve karakterler arasında bu denli kimya zor bulunur. Dedim ya, görür görmez "Bunlar birbiri için yaratılmış!" diyorsunuz. 

Ancak ne yazık ki her güzel şeyin gerekten bir sonu var. "Life's short, talk fast" mottosuyla hareket eden Stars Hollow sakinlerinin en güzel çifti senaristlerin amaçsızlıklarıyla harcanıyor ve ayrılıyorlar. Hem de Lorelai Luke'a evlenme teklifi etmiş, Luke da kabul etmişken. Evlenmiyorlar. Luke'un başına bir çocuk çıkartıyorlar, Lorelai ise kızının babası Christopher'a dönüyor. Ve sonsuza dek mutlu yaşamıyorlar.
Ben son sezonu hiç yaşanmamış sayıyorum. Onları aşağıdaki gibi hatırlamak çok daha güzel.

“I don’t think I ever really loved anyone, until Luke. I saw this guy in front of me who was a real…man. He was solid, and he was strong. He would protect me, but he, he got me. I knew all of that when we started dating. But that moment, when I realized how much he cared for Rory, that was it. Suddenly I knew I was ready.”

Like mother, like daughter Rory de karşısına çıkan en mükemmel -yani onun için mükemmel- kişiyi kaybetti. Geldik Jess ve Lorelai'a. Annesiyle aynı adı taşıdığından karışıklık olmaması için biz de herkes gibi ona Rory diyeceğiz. Jess ve Rory. :')

Kitap okuyup ders çalışmaktan zevk alan, parlak öğrenci tanımına mükemmel bir şekilde uyan Rory'miz ilklerini Dean ile yaşıyor. İlk sevgili, ilk aşk, ilk öpücük. (Dean'i Jared Padalecki oynuyor ve Supernatural'da Sam'i sevmememin en büyük nedeni Dean'den nefret ediyor olmam. Ayrıca Supernatural'da abisinin isminin Dean olması diziye bir selam mı, bilemedim).

Dean sıradan, gerçekten hiçbir niteliği olmayan nazik bir mahalle delikanlısı. Tam anlamıyla ilk sevgili profili. Zaten bir süre sonra Rory de bu ilişkiyi yeterli bulmamaya başlıyor. Sadece itiraf edecek kadar güçlü değil.
Tam o sıralarda karşısına Rory çıkıyor. Uzaktan bakınca serserinin biri. Biraz bencil ve kaba. Yani Rory hariç herkese öyle.

Ama aslında kitap okumayı en az Rory kadar seviyor, zeki, kültürlü ve istediğinde dünyanın en tatlı çocuğu olabiliyor. Tekdüze bir karakter değil. Ve milyonlarca kez belirttiğim gibi ben de böyle karakterleri seviyorum, yapacak bir şey yok.

Herkesin Heroes ile tanıdığı Milo Ventimiglia tarafından canlandırılması karşı konulamayacak bir karakter haline gelmesine neden oluyor. (Bu arada Rory'yi oynayan Alexis Bledel ile Milo uzun yıllar sevgiliydi, hatta nişanlandılar ama.... sonra... ayrıldılar....) İlk görüğü anda Rory'den etkilenen Jess Dean'le aralarına girmek için her şeyi yapıyor. 

Yani zaten var olan sorunlara dikkat çekiyor mu demeliyim?

Mükemmel yönlerini sadece Rory'ye göstermesi ilişkilerinin başta Lorelai olmak üzere onaylanmasında pek yardımcı olmuyor.

Dean gibi birini bırakıp Jess'e aşık olmak delilik gibi geliyor insanlara. Bence Rory'nin hayatı boyunca yaptığı en mantıklı şeydi! Falling out of love dedikleri şeyi saniye saniye gördük. Birine olan aşkı yavaş yavaş biterken diğeri büyüyordu. Yavaş yavaş derken, cidden yavaş yavaş. Çünkü Rory bütün her şeyi bırakıp sadece hissettikleriyle hareket edebilen biri değil. Suçlu hissediyor. Kendine bile itiraf edemediği şeyleri eyleme dökmesini bekleyemiyoruz tabi. Ama Jess'in hayatında olmasını, hatta annesi ve diğer sevdikleriyle iyi geçinmesini istiyor.

Jess artık pes edip kasabadan taşındığında Rory okulu ekip yanına gidiyor. "Çünkü veda etmedin." diyerek. 

Beraber geçirdikleri o gün o kadar güzeldi ki Jess'in kasabaya geri dönmesi ve Rory'nin artık bir şeyleri inkar edememesi sonuçlarını doğurdu.

Bu öpücükten sonra tabi ki hemen birlikte olamıyorlar. Rory gizliyor bu olayı ve Jess de başka bir kızla kıskandırmaya çalışıyor Rory'yi. Dean pek zeki bir çocuk olmayabilir ama Rory'nin Jess'e hissettiklerini görmezden gelebilecek kadar aptal da değil. Neticedeee binbir zorlukla bir araya geliyorlar. Rory liseyi bitirmek ve Yale'a gitmek üzereyken. 



Bu yazıyı yazdığım süre boyunca nasıl ayrıldıklarını hatırlamaya çalıştım ama başarılı olamadım. O kadar gereksizce bitirmişler ki demek ki. Jess bir yerlere kayboluyor, Rory artık hayatıma devam etmem gerek diyerek bir Jess'in sadece dinleyip tek kelime etmediği bir telefon konuşmasıyla veda ediyor ona.

‘I think… I think I may have loved you, but I just need to let it go. So, that’s it, I guess. I hope you’re good. I want you to be good, and okay, so, goodbye. That word sounds really lame and stupid right now, but there it is. Goodbye.’

Aradan 1 yıl geçiyor ve Jess Rory'nin karşısına çıkıp onu sevdiğini söylüyor.

Ama tabi ki olmuyor Jess bu sefer temelli gidiyor ve ben de gelmiş geçmiş en sevdiğim çiftlerden birine veda ediyorum. Ara ara Jess'i karşımıza çıkartarak küçük çaplı kalp krizleri geçirmeme neden olan acımasız senaristler, bir daha bu çifti bir araya getirmedi. Öpüştüler, birbirlerine eskisi gibi baktılar ama bir daha asla sevgili olmadılar.

Rory'nin 3 büyük ilişkisi oldu ve bence sadece Jess'e gerçekten, tam anlamıyla, bütün benliğiyle aşık oldu. Ve hala, neden "end up together" olmadıklarının yanıtını istiyorum. 

"It is what it is: you, me."

No comments:

Post a Comment

fikirlerin önemli, neden paylaşmayasın ki?